“Bu uğursuz gecenin yok mu sabahı…” diyerek başlamıyorum. Her şeye rağmen, sabahın yakın olduğuna olan ümidim çok yüksek. Kendi ayakları üzerinde duran, bağımsız bir devlet olmaya çalışmanın bedellerinin farkındayız. İsteyelim, istemeyelim bu bedelleri içeride ve dışarıda ödemek zorunda bırakılıyoruz.

Ne bir ümitsizlik tablosu çizmek ne de tozpembe bir hayal dünyasından aforizmalar çıkarmak toplumun dertlerine karşılık olamayacağından, gerçekçi teşhisler ile çözümler içeren olumlu eleştiri yaklaşımı ile geleceği adım adım örmek gerekiyor. Uzun soluklu bir maratonda yorulmadan, alın teri katılmadan hayallerimiz gerçekleşemez. Her zaman ideal olanı ve bitmeyen bir iyileştirme arayışını sürdürerek alınacak tedbirler, atılacak adımlar mutlaka var.

Neyimizin eksik olduğunu anlamak için, düşünme, teşhis, idrak, tespit ve önerilere bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç var.

Tarihiyle barışan, ancak ona gömülüp kalmayan, kültürünü ve potansiyellerini keşfeden, geleceğin hangi potansiyel ve araçlar üzerine inşa edileceğine kafa yoran bir ortamı öncelikli işler arasına koyarak geleceği kurgulamalıyız.

Bir başlangıç olarak, coğrafyamızda akan kanın durması için kaba kuvvetten daha çok, kalıcı ve ince zekâ içeren reçeteler bulmak gerektiğini söylemek gerekiyor. Bu reçeteleri üretirken de şehit kanı/âlim mürekkebi kıyasıyla;  “can vermek” kadar aziz olan ilim/bilim üretenlerin “mürekkep”lerine ve sahadaki pratisyenlerin, emek verenlerin alın terlerine değer verilmesi gerekiyor.

Mevcut, zihin dünyamız, algılarımız, düşünce tarzımız, değerlendirmelerimiz, alın terimiz, göz nurlarımız ve emeklerimiz coğrafyanın dertlerine derman olmada neden yetersiz kalıyor? Hz. Peygamber’in(sas) içine “katran katılan dua” ile kastettiğini, Anadolu irfanı gerçekleşmeyecek işlere yorulmamak yönüyle “olmayacak duaya amin” demek olarak yorumlar. Çalışmadan ummak, bilmeden fikir yürütmek, öğrenmeden analizler üretmek dünyanın Batı tarafında hiçbir şekilde kâle alınmaz.

Beğenelim, beğenmeyelim; Batılılar “ölçülebilir birim ve değerler” üzerinden kendi medeniyetlerini inşa ettiler. Burada neyin veya kimin medeni olduğu tartışması, bugün için bir çözüm üretmekten çok uzak bir nokta. Pekiyi eksiklik sadece, bilgi yetersizliğinde mi?

Bunun sayısız cevabından yalnızca birisi, evet yetersiz bilgi olabilir. Bunun da tek şartı, bilginin öğrenilmesi, depolanması, geliştirilmesi ve üretilmesi gibi aşamaların hakkıyla tamamlanmasıdır. Problemin bir kısmı, bu süreçlerin eksik bırakılması ve “her şeyi bildiğimiz” varsayımı ile kendimizi güncelleme ihtiyacı hissetmememizle de ilgili. Hâlbuki bugünün problemlerine güncel çözümleri, elimizdeki bileşenleri doğru ve güncel analizle üretebiliriz. Mesela, Halep’i anlamak için Mercidabık önemlidir, ama tek başına yeterli değildir.  Coğrafyanın, demografinin, kültürel hassasiyetlerin, beklentilerin olayı anlamada payı tahmin edilenden büyüktür.

Problemlere çareler aranırken kararlarda isabet ve istikrarın ön şartı, sürekli bilgi akışı, danışma, olumlu eleştirinin önünün açık tutulması ve gerektiğinde politikaları, öncekini kökten yıkmadan güncellemektir. Örneğin, İran ilişkilerinde tarihi perspektif gerekli olsa da bütün ilişkileri değerlendirmede yeterli değildir. Son dönem İran-ABD anlaşması ve onun sahadaki aldığı fiili izinleri anlamadan yapılacak bütün yorum ve girişimler sakıt kalır. Veya Özbekistan hakkındaki bilgilerimiz, Türk edebiyatı, etnoloji, Timurlular dönemi tarihi ve biraz da Sovyet sonrası çöküntü yıllarının “Laleli piyasası” üzerine kurulu bilgi veya algılara dayanırsa tamamen yanlış bir zeminde olduğumuzu ve değerlendirmelerimizin isabetsiz kalacağını söyleyebiliriz.

Ülkede hangi araçlarla faydasız gündemlerin oluşturulduğu, gücümüzün yeteceklerinden çok yetmeyecek konularla nasıl patinaj yaptırıldığımızı, toplumun demoralize edilmesinde kullanılan psikolojik yöntemleri çözmeli ve ortak zemin ve değerler üzerinden toplumun motivasyonunu yükseltmeliyiz. Ne tarihi bir entegrizm ne de teslimiyetçi bir komplekse düşmeden, araya başka referans ve süzgeçler konulmasına izin vermeden yola devam etmeliyiz. Dünyanın geri kalanını doğrudan ve doğru şekilde tanımanın yollarını aramalıyız.

Türkiye iç bütünlüğünü sağladıkça güçlenebilir ve söz hakkına sahip olur. Diplomasideki gücünüz, nüfus, ekonomi ve askeri gücünüz kadar istikrarlı dış politikalarınızla da ilişkilidir. Suriye’ye veya coğrafyanın herhangi bir köşesine elimizi uzatmanın yegâne yolu kuşkusuz iç bütünlükten geçiyor. Bu bütünleşmeden tek tipleşme manasını çıkarmak tam bir yanlış anlama olur. Tek tipleşme değil, birbirini anlamaya çalışma, görüşüne katılmasa da saygı duyma, dinleme, önyargısız davranma veya en azından tahammül gösterme, medeni bir anlayış zemini içinde mümkündür.

Bütünleşme, toplumun bütün kesimlerinin önüne konabilecek bir uzlaşma zemini ve motive edici olaylar ve gelişmeleri ön plana çıkararak başarılabilir. Renklere ve farklılıklara tahammülle İstiklal marşının ruhu ve milli bayrakla sembolize edilen ortak payda, Türkiye’de uzlaşamayacağı düşünülen birçok grubun ortak buluşma zeminini rahatlıkla oluşturabilir. Türkiye’nin güçlenerek mazlumların yanında yer alması ancak bu şekilde mümkündür. Şüphesiz, bu tür bir uzlaşmada ortak değerlere ısrarla ihanet edenlerin ve huzursuzluk çıkaranların yer almaması bizleri şaşırtmayacak.

Dualarımıza gözyaşından çok alın teri ve “katran” kattığımızda “bu uğursuz gecenin sabahı” yaklaşacaktır.

Devam edeceğiz…