Uçak pisti gibi geniş, sekiz şeritli bulvardan sağ tarafa döndüğünüzde, saçaklı büyük kapıyı geçiyorsunuz. İçeri girince sol yanınızda, ağaçların arasında bir kafeterya sizi karşılıyor. Birkaç metre ileride masaların dizildiği bir başka kafe daha uzanıyor.

Ama burası çay bahçesi veya üstü açık bir alışveriş merkezi değil.

Kapıyı ardınızda bıraktığınızda sanki içerideki sancıları, ağrıları, acıları kamufle eden, makyajlanmış bir girift planlama bulunuyor.

Güvenlik kontrolünü geçince, otomatik kapı açılıyor önünüzde. Birkaç adım sonra sol yanınızda ‘endişeli, düşünceli, mutsuz’ yüzleriyle hasta yakınları ve günlük rutinlerini yerine getiren, iş olarak her zamanki vazifesinde ‘mola’ vermiş sağlıkçıların “kaygısız” gülüşmeleri sırt sırta vermiş soluklanıyor.

Uzun süren hastalığı yüzünden yorgun bedeniyle bahçedeki en köşe masada, gülüşenlerle tedirgin olanların iç içe geçtiği hayat çelişkisine karışmadan, ilişmiş oturuyordu.

Amcamın vefat ettiği hastanedeyim yeniden.

Hastane aynı, hastalık aynı; hasta farklı…

Sağlıklı günlerindeki aile toplantılarında, ‘bilge’ bir edayla, her şeyin kendisine danışıldığı otoritesi, eğitmenliğinin ağırlığıyla başköşede oturur, keyifli bir şeyler anlatıyorsa eğer başparmağını kemeriyle beli arasına sokar, geriye yaslanır neşeli konuşurdu. Bazen de işaret parmağını gözlüğünün çerçevesiyle sapının birleştiği yerde tutar, ciddi ciddi söylerdi diyeceklerini…

Amcam hayattan çekildi. Ömrünün son merhalesinde yemek yemeye hasretti. O gün, hastanenin kafeterya kenarındaki masada da bazı yemeklere olan hasretini anlatmıştı.

*

Amcam yok, hastane aynı yerinde duruyor.

Yine ahşap sıraların en kıyısında bir kadın, içine ağlıyor, sesi duyulmuyor, gözyaşları yanaklarını ıslak bir kaldırım gibi gösteriyor, yanında kimse yok. Az ilerideki sağlıkçılar ise kendi aralarında şakalaşıyor.

*

Hepimiz ertelenmiş bir ölüm cezasına mahkûmuz aslında.

Amcamın haftalar sonra ‘Biraz hava alsın’ diye hasta odasından getirildiği masalar artık yok. Dev komplekste yaşanan ‘acıklı’ hasta hikâyelerini, giriş kapısında perdeleyen kafeterya, “korona test merkezine”  dönüştürülmüş.

İnsan hayatı bir salgın ile nasıl bir anda ‘tepetakla’ oluyor. Hastalık raporlarını doktora gerek kalmadan çözümleyebilen amcam bugünleri görmedi, salgın gerçeğiyle yüzleşmedi. Ancak hastane yerinde duruyor, niceleri gömüldükten sonra da yine aynı ‘ürkütücü’ soğukluğuyla yükselecek şimdiki gibi…

Köy okulundan büyükşehirlerdeki eğitmenliğine kadar uzun yolculuğunda, “Hayat, okullarda öğrenilmez. Eğitimin tümünü okuldan alamazsınız” derdi amcam. İnsanın kendisini yetiştirmesinin kendi elinde olduğunu, bir konuda uzmanlaşmak gerektiğini, herkesle aynı şeyi yaparken; ‘bir fark’ ortaya koymak lüzumunu tembih ederdi, gözlüğünün sağ üst köşesinde işaret parmağı dururken…

Koronavirüs salgını yüzünden okulların açılıp açılmayacağının tartışıldığı bugünlerde, eğitimciler ve veliler ikiye bölünmüş. Ebeveynler, öğretmenler hastalıktan tedirgin, çocuklar ise okullara, arkadaşlarıyla koşuşturduğu hareketli bahçelere dönmek istiyor.

Ancak yarım asır öğretmenlik yapmış amcamdan bildiğim bir şey var ki; her şey okulda alınmıyor. Eğitim, hayattaki tecrübelerin toplamıdır. Diplomasız; birçok başarı hikâyesi var.

Siz hayatta kalmaya bakın!