Güz’üz demiştik.

“Her gün güneşi değişik açıdan gören bu mübarek topraklar bizim, şu deniz, şu kıyılar, şu renkler, şu göller bizim, çilekeş insanların da hakkıdır eylülü yaşamak” dedik. Fırtınalar saldılar üzerimize, seller, boranlar gönderdiler…

“Biz; yani öykünün ortalarında bir yerlerde, poyraz soğuğunda üşüyen ellerimizle dökülen yapraklarımızı defnederken, bir gün bahar gelir umuduyla kırılmadan fırtınalara direnen dallar işte…” dedik, direnmeyi seçtik.

“Kış olmalısınız siz, bahar sizin neyinize” dediler…

Tüm dünya sathını direniş alanı belledik. Kimi yerde toplara, tanklara, uçaklara; kimi yerde açlığa, susuzluğa; kimi yerde ötelenip aşağılanmaya direndik.

Kalelerimiz elimizden alındı birer birer, son kaleyi teslim etmemeye ant içtik.

Ant içtik medeniyetimizin kök saldığı bu topraklara sahip çıkmaya. İnanmadık hiçbir zaman “Kış olmalısınız siz, daima kış” diyenlerin çizdiği sınırlara. Arakan’ı Ardahan bildik, Halep’i Antep’le eş tuttuk. Musul’u Diyarbekir’den ayrı görmedik…

Şimdi de yüzyılların barış yurdu Halep elimizden kayıp gitmek üzere. Masum halkın izzeti her gün çiğneniyor dünyanın gözü önünde. Doğulusu Batılısı bir olup denklemin dışına ittiler bizi, oralara da bahar götürmeyelim diye. Yakıp yıktılar ama bir şeyi unuttular.

Yıkılır şehir baştanbaşa

bir sokak daima unutulur

bir sokak

bir fidan yani…

Onlar bilmezler ki güz baharı bağrında barındırır. Bebek kanlarının toprağa aktığı yerlere kış gelmez…

Tankın topun yıkamadığına poyraz ne yapabilir? O fidan büyür…

Güz’üz biz…

Fırtına olur. Olsun… Ellerimiz üşür. Üşüsün…

Poyraz soğuğunda üşüyen ellerimizle dökülen yapraklarımızı defnederiz. Acımızı beynimizde gezdiririz. Bir gün bahar gelir umuduyla kırılmadan fırtınalara meydan okuyan dallarız biz.

Asla kış olmayız, direniriz…