Özgürlük, modern insanın kırmızı çizgisi. Uğruna mücadele edilecek bir kavram. Burada bahsettiğim bir devletin, milletin, toplumun özgür olması değil; kişinin, “bireyin” özgür olması. Özellikle sol cenah için özgürlük yaşamın amacı. Bu özgürlüğün sınırlarını kimin belirlediği muamma. Kişi özgür olmak zorundaysa, mantıken, özgürlüğünün sınırlarını da kendisinin belirlemesi gerekiyor. Ancak kişi, sosyal hayatta toplumdan soyutlanamıyor. İstese de kendisini toplumdan soyutlamıyor. Yaşaması için, bir toplum içinde bulunması zorunlu. Burada devreye tekrar “sınır” konusu giriyor. İnsan doyumsuz bir canlı olması nedeniyle, tattıkça tatmak istiyor ve özgürlüğü yaşayabildiği kadar yaşamak istiyor. Bir insanın, başka bir insanın sınırlarını işgal etmeden özgürlüğünü ne kadar yaşayabileceği tartışmalı bir konu. Bir rap şarkıcısı, şarkılarında uyuşturucu madde övmekten dolayı yargılandığında, şarkıcı da sanat camiası da dinleyicileri de bunu özgürlüğe müdahale olarak yorumluyor. Öte yandan da çocuklarının önüne uyuşturucu reklamı çıkmasını istemeyen ebeveynler, bunun kendi özgürlük alanlarına müdahale olduğunu söylüyor. Her iki tarafta haklı olduğunu düşünüyor çünkü belirleyici bir otorite yok. Kuralları herkes kendisi koyarsa, sadece kendi içinde haklı olur, başkaları tarafından muhakkak haksız bulunacaktır.

Peki, ne kadar özgürüz? Bugün kendisinin yaşayış olarak da fikri olarak da tamamen özgür olduğunu savunan bir seküler insan dahi gerçekte ne kadar özgür?

Kopya hayatlar yaşıyoruz. İnsan, karşılaştığı her şeyin bilinçaltında kendisine yer bulması nedeniyle “etkilenmeden” yaşayamaz. Dinlediğimiz şarkılar, izlediğimiz filmler, okuduğumuz kitaplar bizde hep etki bırakıyor. Bıraktığı etkinin bazılarının farkında oluyoruz, bazılarını ise hiçbir zaman fark etmiyoruz.

Çevrenizden gözlemleyin. Ergenlikteki çocukların arkadaşlarıyla diyalogları, yaşadığı ilişkiler, anne babalarına davranışları “özgün” değil; bir film karakterinden, müzik grubundan, roman sahnesinden alıntı. Karşımıza çıkan rol modellerin tavırlarının etkisinde kalıyoruz.

Kadim gelenekte eserler, Allah’a ve umuda bakıyordu. Ne zaman ki eserler umutsuzluk aşılamaya başladı, hayatımıza “nihilizm” diye bir kavram girdi. Antidepresan kullanım oranının artmasının en büyük nedeni maruz bırakıldığımız “umutsuzluk” temalı eserler. Bu birçok kişiye abartılı gelebilir. Biz, tasarlanıyoruz. Olağan Şüpheliler filminde, Kaizer Söze “şeytanın en büyük hilesi, bütün dünyayı aslında var olmadığına inandırmaktır” diyordu. Bugün bizi tasarlayanlar; bizim asla tasarlanmayacağımızı, bilakis özgür olduğumuzu, daha da özgür bir hayat yaşayacağımızı empoze ediyorlar. Ergeninden yetişkinine çoğu insan neye maruz kaldığının farkında değil. Birilerinin kasıtlı olarak yapmasından söz etmiyorum sadece. Dikkatli olmamız gerektiğinden bahsediyorum. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar kitabını okuduktan sonra; umutsuzluğa düşen, psikolojik sorunlar yaşayan, ilaç kullanan, mutsuzluğu seçen birçok üniversiteli genç gördüm. Bunda elbette Oğuz Atay’ın bir suçu yok. Sorsanız o gençlere, yaşadıkları sıkıntıların o kitapla hiçbir ilgisinin olmadığını söyleyecekler.

“Ben her oluşuma karşıyım, aykırıyım” diyenler, aslında bir oluşum oluşturmuşlardır. Özgürlüğü savunanlar, sınırsız özgürlüğü dayatan bir diktatör aslında. Biz burada neyiz? Hangi konumdayız? Bunun da cevabını vermek size düşüyor. Bana ve size. Bu soru hepimize.