Devletlerin önceliği her zaman sorunların barışçıl yöntemlerle ve müzakereler yoluyla çözülmesi olmalıdır. Türkiye ile Yunanistan son iki yüzyılın ilk yüzyılında birçok kez savaştı. İkinci yüzyılda ise birçok kez savaşın eşiğine geldi. Günümüzde ise her iki devlet birbirini Doğu Akdeniz ve Adalar (Ege) Denizi’nde maksimalist bir politika izlemekle suçlamaktadır. Atina ve Ankara’nın temsilcileri, 2002-2016 yılları arasında toplamda 60 tur istikşafi görüşme gerçekleştirdi. Görüşmelerden çözüme yönelik herhangi bir ilerleme kaydedilmedi.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun çağrısıyla Türk ve Yunan dışişleri yetkilileri Adalar Denizi ile Doğu Akdeniz’deki sorunları ele almak için 61. istikşafi görüşmelerini 25 Ocak’ta gerçekleştirmek üzere İstanbul’da bir araya gelmeye hazırlanıyor. Bir önceki görüşme 1 Mart 2016 tarihinde Atina’nın ev sahipliğinde düzenlenmişti.

İstikşafi görüşme yönteminde, taraflar kendi tezlerini ve bunları destekleyen argümanları karşı tarafa iletmekle yükümlüdür. Bu görüşmelerde sorunlar ayrı dosyalar halinde değil bir paket şeklinde ele alınmaktadır. Böylece taraflar tüm sorunlar hakkında karşı tarafın düşüncelerini ve görüşlerini tümüyle öğrenebilmektedir. Zaten görüşmelerin nihai amacı, kapsamlı bir çözüme nasıl ulaşılabileceğine dair tarafların karşılıklı bir fikir edinmesidir.

Doğu Akdeniz krizi sürecinde AB nezdinde yoğun bir Türkiye karşıtı kampanya yürütüldüğü bilinmektedir. Kampanyanın odağında, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de “işgalci bir güç” olarak etiketleme dürtüsü vardır. Tüm baskılara rağmen Türkiye’nin Doğu Akdeniz’e ilişkin söylem-eylem tutarlılığında ciddi bir esneme veya keskin bir dönüş gerçekleşmedi.

Fakat Türkiye’nin kullandığı realist retoriğin, rakipleri tarafından Avrupa kamuoyunda Türkiye’ye karşı bir antipati oluşturulmasında iyi bir propaganda aracına dönüştürüldüğü de göz ardı edilemez. AB’nin siyasetine ve kamuoyuna hâkim olmaya çalışan bu propaganda Türkiye açısından ciddi bir risktir. Dolayısıyla Türk hükümeti, Avrupa kamuoyunun ve siyasetinin kazanılmasına yönelik idealist bir söylemle kamu diplomasisi organizasyonlarını artırmalıdır. Bu noktada Avrupa’daki Türkler ve akraba topluluklardan istifade edilebilir. Zira AB içerisindeki büyük bir Türk toplumunun ve akraba toplulukların varlığı Türkiye’nin en büyük gücüdür.

Ayrıca kabul etmek gerekiyor ki, iki ülke arasındaki sorunları çözüme kavuşturmak hariciyenin, politikacıların veyahut devlet adamlarının gücünü aşan bir noktaya gelmiştir. Sorunlar uzun yıllar kitlelerin önünde tartışılmış, onları meşgul etmiş ve nihayetinde onların etkide bulunduğu bir boyut veya nitelik kazanmıştır. Ayrıca karasuları, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge gibi deniz yetki alanlarını ilgilendiren meseleler artık yalnızca Adalar (Ege) Denizi’yle sınırlı değildir. Sorunların etki alanı Doğu Akdeniz’i kapsayacak derecede genişlemiştir. Uluslararası aktörlerin, sivil toplum örgütlerinin ve devlet dışı organizasyonların desteği olmaksızın iki ülke arasındaki çatışma alanlarını ortadan kaldırmak kolay görünmemektedir.

Bir defa Atina şunu artık anlamalıdır. AB içinde etkinliğini ve gücünü arttırarak, Türkiye’ye karşı bölgede üstün bir konum elde edebilmesi mümkün değildir. Son yıllarda Doğu Akdeniz’de meydana gelen olaylar bu durumu bir kez daha teyit etmiştir. Yine Atina’nın kullandığı retorik ile gerçekten sahip olduğu siyasi, askeri ve ekonomik güç arasında sahici bir bağ da söz konusu değildir. Yunanistan’ın en büyük gücü AB’dir.

Türkiye’nin Akdeniz’de yeniden güçlü bir aktör olabileceği endişesi, Yunanistan’ı aşan bir konudur. Bunu da görmek önemlidir. Fransa ve AB gibi Akdeniz’de konumlarını güçlendirmeye çalışan aktörlerin Yunanistan’ı aşarak Doğu Akdeniz’de kendi hegemonyalarını kurma sürecine girmeye çalıştıkları açıkça görülmektedir. Daha anlaşılır bir ifadeyle, Doğu Akdeniz’de Yunanistan ve Güney Kıbrıs, müttefikleri tarafından adeta bir kartvizit gibi kullanılmaktadır.

Her defasında AB makamları Yunanistan ile dayanışma içinde olduklarını ifade etmektedirler. Aslında ortada “dayanışma” sözü bir çeşit örtü. AB’nin nihai amacı denizlerdeki egemenlik sahasını Suriye kıyılarına kadar genişletmek ve bu sayede Doğu Akdeniz’de “ortak bir egemenlik” alanı tesis etmektir. AB’nin güvenliği açısından bu makul görülebilir.

Şayet AB, egemenlik alanını Doğu Akdeniz’e yaymak suretiyle ekonomik ve siyasi istikrarını daha güvenli bir yapıya kavuşturmayı tasarlıyorsa, atması gereken en makul adım Türkiye’nin deniz yetki alanlarını elinden almak yerine Türkiye’yi AB’ye üye yapmak olmalıdır. Böylece hem Türkiye’ye yönelik tüm endişeler sona erer hem de Atina-Ankara-Lefkoşa çatışması ortadan kalkar.