Ankara ile Brüksel arasındaki siyasi ilişkilerin uzun zamandan beri hiçbir ilerleme kaydetmediği, aksine giderek daha da kötüleştiği görülmektedir. Peki neden Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri son dönemlerde bir açmazın içine sıkışıp kalmıştır? Bu soruya doğru bir şekilde yanıt verebilmek için öncelikle Türkiye-AB arasındaki gerilimi tırmandıran başlıca sorunların neler olduğunu bilmek gerekmektedir. Günümüz itibariyle Doğu Akdeniz, Kıbrıs, Suriye, Libya, Dağlık Karabağ ve FETÖ/PKK tutuklamaları gibi önemli başlıkların, Türkiye-AB ilişkilerine yön verdiği görülmektedir. AB nazarında yukarıda adı geçen konularda Türkiye “suçludur.”Bu çerçevede AB’nin Türkiye’ye yönelttiği ithamlar şöyledir:

Türkiye, Libya’nın meşru hükümetine silah desteği sağlayarak BM’nin uyguladığı silah ambargosunu ihlal etmektedir.Türkiye, Suriye’nin kuzeydoğusundaki “Kürt topraklarının” bir bölümünü işgal altında tutmaktadır.Türkiye, Dağlık Karabağ’a Azerbaycan’a yardım için Suriye’den savaşçılar götürmüştür.Ankara, Türkiye ile AB arasında 2016 yılında imzalanan Mülteci Geri Kabul Anlaşması’na uygun hareket etmemektedir.

15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişiminin sonrasında Türk hükümeti kitlesel tutuklamalar yaparak insan haklarına aykırı davranmıştır.Türkiye, Doğu Akdeniz’de hakkı bulunduğu iddiasıyla Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin egemenlik haklarına “saldırmakta” ve “yasa dışı” sondaj faaliyetleri yürütmektedir.Ankara, Kıbrıs’ta federasyon temelli çözüm önerilerine karşılık iki devletli çözüm tekliflerini destekleyerek, Kıbrıs’ın tek çatı altında birleşmesi için ortaya koyulan uluslararası çabalara darbe vurmaktadır. Kapalı Maraş’ı açma girişimi, bu darbenin somut bir çıktısıdır.

Açıkça görüldüğü üzere Türkiye’ye yönelik söz konusu suçlamaların baskın çoğunluğu dış politikayla ilgili hususlardır. Ayrıca bu konuların AB’nin gündemine getirilmesinde, Türkiye ile çıkar çatışmasına giren üye ülkelerin siyasi çabalarının varlığını görmek önemlidir. Bu bağlamda Fransa, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz, Libya, Kıbrıs, Suriye ve Karabağ’da meydana gelen anlaşmazlıkları, Türkiye-AB çatışmasına dönüştürdüğü ve bu sayede Türkiye-AB ilişkilerini ipotek altına aldığı dikkatlerden kaçmamaktadır.

Türkiye-AB ilişkilerine zarar veren ve işbirliği mekanizmalarını kilitleyen önemli bir nokta da tarafların bu süreçte diyalog ve diplomasiden farklı anlamlar çıkarmalarıdır. Türkiye açısından bu iki sihirli kavramın taşıdığı anlam, mevcut sorunların eşitlik ve hakkaniyet ölçüsünde medeni bir şekilde müzakere edilmesidir. AB’nin diyalog ve diplomasiden çıkardığı mana ise, Türkiye’nin AB üyesi siyasi rakiplerinin öne sürdüğü tezleri, kayıtsız şartsız ve hızlı bir şekilde kabul etmesidir.

Bu noktada AB, sadece bir tarafı dinleyen mahkeme gibi hareket etmekte, diplomasiye ruh katan müzakere faslına kulak tıkamaktadır. Kaçınılmaz olarak bu vaziyet, Türk tarafında AB’ye karşı büyük bir güvensizliğe yol açmaktadır. AB tarafının Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’ta Türkiye’nin ileri sürdüğü tezleri hiçbir şekilde müzakere etmemesi, Kıbrıs Türklerine uygulanan çağ dışı izolasyonları ısrarla görmezden gelmesi, Suriye’deki PKK yapılanmasına sessiz kalarak bu ülkede demografik yapının değişmesine ve göç olgusunun artarak devam etmesine göz yumması, Ankara açısından yenilir yutulur türden meseleler değildir.

Ayrıca AB’nin Libya’da BM destekli meşru hükümeti silah zoruyla yıkmaya çalışan Hafter güçlerine destek veren üye ülkelere herhangi bir yaptırım düşüncesini gündemine almaması, AB içindeki siyasi blokajı göz önüne çıkaran somut durumlardan sadece birkaçıdır. AB-Türkiye ilişkileri, üye ülkelerin siyasi ipoteklerinden kurtulmadığı müddetçe, inişli çıkışlı olmaya devam edecektir.

Burada göz ardı edilmemesi gereken önemli bir husus, AB’nin bölgesel dış politika sorunlarına kendi kurumsal değerlerinden ziyade pragmatist bir şekilde yaklaşmasıdır. Nitekim AB, Arap Baharı’ndan bugüne müdahil olduğu tüm dış politika konularında, temel hak ve özgürlükler, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi temel meseleleri göz ardı ederek kendi üyelerinin siyasi, ticari ve ekonomik çıkarlarını önceleyen bir tutum benimsemesi, yine AB’nin kurumlarına ve kararlarına duyulan güveni zedelemiştir.