Öyle zannediyorum ki ABD’de yaşanan kongre baskını sadece demokrasinin Amerika örneğini değil, “demokrasi”’nin kendisini de yeniden ve derinden bir tartışmanın göbeğine oturtacaktır…

John Stuart Mill’in de hakkını teslim ettiği, demokrasi ve siyaset felsefesi üzerine yazılmış ilk büyük eser olan, “Amerika’da Demokrasi” kitabında Alexis de Tocqueville demokrasiyle ilgili çok önemli soruların hatta sorunların peşine düştü; hem de demokrasi için 1830, 1840 gibi erken denebilecek bir dönemde…

François Furet onun ABD’ye olan yolculuğunu ve peşine düştüğü soruyu, “Demokrasi bir toplumun esas özelliği olduğunda, hangi koşullarda yönetimin de niteliği olur ve diktatörlüğe götürmez?” şeklinde açıklar…

Evet, Amerika, Fransa’dan da önce kendi toplumuna -ama sadece kendi toplumuna- demokrasiyi getirmiş bir devlettir; yerlileri ve siyahileri kapsamasa da…

Fakat bugün geldiğimiz noktada sanki Tocqueville’in, demokrasi adına taşıdığı endişeler çok daha belirgin olarak ortaya çıkıyor; ABD’de ve dünyada…

Étienne Balibar’ın “Demokrasiyi Demokratikleştirmek” isimli çalışmasında ortaya koymaya çalıştığı, “demokrasilerin krizi” olarak da ifade edilebilecek bir tablonun, -asla inanmadığımız hatta işgali meşrulaştırmanın kılıfı olarak gördüğümüzü ekleyerek- “demokrasinin olmadığı yerlere demokrasi götürme” iddiasındaki bir süper güçte tezahür etmesi demokrasileri, “Hangi demokrasi?” sorusuyla birlikte tartışmaya açmıştır/açacaktır…

Sadece on üç milyon insanın yaşadığı 1815 Amerika’sından bugünün fotoğrafını çok net bir şekilde çekmiş olan Tocqueville, “Amerikalıları en derinden etkileyen tutkular siyasal değil ticariydi, hatta ticaretteki pazarlık alışkanlıklarını siyasete taşıdıkları bile söylenebilirdi” diyor…

Peki, bu hal ABD toplumu için neye mal oldu dersiniz?

Paraya ve refaha odaklanan Amerikalılar, korunaklı bir sermaye birikimi için hükumetlerinden sadece huzur ve güven ortamının tesis edilmesini istediler…

Bu talep, onları hiç farkına varmadan yüreklerinin derinlerinde yatan bir köleliğe taşıdı; refahın köleliğine…

Çünkü sadece refaha odaklanmak, kendisini zincire vurmak isteyenler için mükemmel bir ortam hazırlar…

Tamda Étienne de La Boétie’nin, “Gönüllü Kulluk Üzerine” adlı kitabında tarif ettiği türden…

Öyle görünüyor ki ABD, yaklaşık yüz elli yıl öncesinden kendilerine seslenen büyük filozofun, ne endişelerinden ne de uyarılarından yeterince istifade edebilmiştir…

Tocqueville’in, “Demokrasi bir özgürlük, eşitlik rejimi de olabilir, bir baskı rejimine de dönüşebilir” diyerek “Yerli ve siyahların demokratik halklarının tanınmasının fazla geciktirilmesi mümkün değildir”  uyarısında bulunur…

Lakin bugün geldiğimiz noktada ABD’nin ırkçı tutumlarının hâlâ devam ettiği gün gibi ortadadır…

Sayıları azda olsa sermayeye hâkim ve siyasetle ticari pazarlıklarda eli güçlü çoğunluğun, Amerikalıların iradesini nasıl gasp ettikleri gerçeği de, bir o kadar gizlenemeyecek durumdadır…

Kendisi de tüccar-siyasi kimliğinden azade olamasa da, Trump dönemi gerçeği bir daha açık bir şekilde gösterdi; o da Amerika’nın, sayıları çok olsa da bir “siyahi azınlık despotizmi” hiç yaşamadığı ama sayıları az “aristokrat bir çoğunluk despotizmine/tranlığına” hep maruz kaldığıdır; hatta sadece toplum değil, Amerikan devleti de bu despotizmin en büyük mağdurudur…

Güya “halkın iradesi”yle seçilmiş bir başkanı bile, hiç istemediği politikalara “zorla” mecbur edecek kadar büyük bir despotizmden bahsediyorum; başta yanı başımızdaki coğrafyalarda olmak üzere…

Amerikan devleti, bu despotlar eliyle ne kadar küresel bir zulüm aracı yapıldıysa, toplumu da o kadar içe kapalı bırakılarak köleleştirildi…

Zira bu içe kapalılık oluşturulmadan tiranlığın devamı sağlanamazdı; sorgulanma engellenmediği için…

Fakat artık pandeminin de etkisiyle zedelenen refah, uyutulan kitlelerin uyanmasına yardımcı oldu; adeta susması için eline oyuncak tutuşturulmuş bir çocuğun, oyuncağını kaybetmesiyle dikkatini farklı taraflara çevirmesi gibi…

Yaşananlara bu pencereden de bakmayı öneriyorum…

ABD’deki olayların seyrinin nereye evrileceğini tam olarak kestirmek zor olsa da, daha emin olarak söyleyebileceklerimiz var elbette…

ABD demokrasisinin artık kesin olarak sorgulanacağı, bu sorgulamanın da ABD’ye küresel çapta kesin olarak kaybettireceği prestijdir…

Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak; hem ABD, hem de bu prestij kaybını fırsata çevirmeyi sabırsızlıkla bekleyenler için…

Dilerim Immanuel Wallerstein haklı çıkar ve ABD’nin kaybettiği bir dünyada, yeterince sefalet çekenler için yepyeni fırsatlar doğar…