Hz. İbrahim Aleyhisselam’ın doğduğu mağaradan çıktım. Beni kapıda güvercinler ve çocuklar karşılıyor. Aralıksız resim çekiyorum. Çocuk gülücüklerine kanat sesleri karışıyor. Bazılarıyla konuşmaya şakalaşmaya çalışıyorum. Hep derim ya çocuklar gülerse dünya güler. Çocuklar doyarsa dünya doyar diye çocukları sevindirmeyi, güldürmeyi çok seviyorum.

-Adın ne?

-Zeliha.

-O şekerden azıcık da bana versene.

-Olmaz.

-Neden?

-Adamlar pamuk şeker yemez.

Elindeki pamuk şekere öyle bir bakıyor, sonra öyle bir saldırıyor ki peş peşe resimlerini çekiyorum. Onu güldürmeyi beceremedim ama sayesinde ben gülüyorum. Sadece güvercinler var. Sadece Zeliha var.

Burası Urfa, gidecek çok yer var. Eyüp peygamberin (a.s.) çilesine, sabrın erişilmez doruklarına doğru yola koyulduk. Bu arada çektiğim fotoğraflara göz atıyorum. Zeliha’nın pamuk şekerle çektiğim resmini biraz daha büyüttüğümde uzakta bir çocuk daha görüyorum. Zeliha’nın elindeki pamuk şekere öyle kırgın bakmış ki fotoğrafı büyüttükçe çocuğun gözleri de büyüyor. Dahası o çocuğun baktığı yerde bir sürü insan, bir sürü kuş, bir sürü çocuk var. O sadece şekere bakmış.

Öğrencilik yıllarım geldi aklıma. Hep arka sırada otururdum. Öğretmen sadece ön sıradaki sürekli elini kaldıran çocukları görür, ben ise bütün sınıfı hatta pencereden ağaçları, kuşları, gökyüzünü görürdüm. Sonra öğretmen oldum arka sıradaki çocuğu hiç görmedim. Bir pamuk şekerin yıllar sonra bana böyle bir hayat dersi vereceğini aklımın ucundan bile geçiremezdim. Bazen çocuklardan ne çok şey öğreniliyor diye düşünüyorum.

Eyüp peygamberin (a.s.) çilesini çektiği sabr mağarasını kapatan cama burnumu dayadım, bildiğim duaları okuyorum. İçimden geçenlerin Türkçe’de karşılığı yok. Başka bir dilde de yok sanırım. İman ve aşkı daha güzel anlatacak başka bir mekan da yok. Bunu tekrar yaşayacak zaman da yok. Arada aklıma Zeliha, pamuk şeker ve o arkadaki çocuğun bakışları geliyor. Yani aklıma hayat geliyor. Yanımda İsmail abi var. Sürekli ona “Ben bunun şiirini yazdım” diyorum. Kuyunun üstündeki ayeti gösteriyorum.

“Ve kulumuz Eyüp’ü (a.s.) zikret (hatırla). Rabbine şöyle seslenmişti: Muhakkak ki şeytan, bana dert ve azap dokundurdu.” Bunun üzerine kendisine, “Ayağını yere vur, işte serin bir yıkanacak ve içecek su!” dedik. (Mealen, Sad Suresi, ayet 41-42)

Ayağını vur Eyüp

Ayağını toprağa bir daha vur

Dirilsin ab-ı hayatın suları

Coşsun tenimize

Tenimizden

Çileli Nil’e

Fırat’a

Dicle’ye karışsın

Kan yıkansın artık

Yavan ekmek kadar güzel

Tuz gibi çekici

Dualarımız olsun dilimizde

Mesela Kahrolsun yine

Kapitalizm

Kahrolsun

Mr. Brown, Mrs. Brown

İnsanı eşyaya bölüştüren

Kurt bölüşümü

Balıklara “Selamun aleyküm” diyen adamın yanından, Hz. İbrahim’in (a.s.) ateşe atıldığı yerden geliyorum. Nemrut’un kızı “Aynzeliha” gölünün maya tutan aşkından geliyorum. Burada mekan ve zaman insanı tarih denilen şeyin tam da karnının ortasında kaynayan bir cehennemden bir cennet hikayesine yolculuk ettiriyor. Urfa insana kendini yazılmamış destanların kahramanı gibi hissettiriyor.

Karmakarışık duygularla otelimize dönüyoruz. Şimdi Urfa’nın öteki yüzündeyim. 5 yıldızlı bir otelin 13. katından şehri hayretler içinde izliyorum. Birazdan David People Cafe’ye gideceğim. Urfa batıdaki beton yığınlarını kıskanmış. Yüksek binalar, trafik, gürültü gibi aradığı her şeye kavuşmuş. Şehir Diyarbakır’a doğru betonlaşarak büyüyor. Yol boyunca birilerinin modern dediği yapılar sıralanmış. Kiraları fiyatları çok fazlaymış. Beni gezdirenler ve yanımdaki arkadaşlar bu gelişmeyi övünülecek ya da güzel bir şey gibi anlatıyor. İçimden “Hz. İbrahim (a.s.) dururken neyle övünüyorlar, kafayı yemiş bunlar” gibi düzensiz cümleler geçiyor. Peygamberler şehrinden kurtulup beton mezarlarda iyi tüketici olmak istiyorlar.