Hemen önceki iki yazımda kapitalist ve Marksist iktisadın aslında tekil izdüşümün birer parçası olduğuna değindim. Daha berrak bir ifade ile ikisinin de görecelik temelinde Batı dünyasının sosyal ve kültürel altyapısı üzerine inşa edilen evrensellikten uzak yaklaşımlar olarak ifade edilebileceğinden bahsettim.

Bu gerçekliğin haricinde iki yaklaşım aynı zamanda iktisadi pratik zemininde de kendisine sağlıklı işleyiş mekanizması bulamamıştır.

Marx kapitalist sistemin kârlarda yaşanan düşme eğilimlerinden, yaşanacak teknolojik gelişmelerden ve sektörlerin herhangi birisinde meydana gelecek olan arz/talep dengesizliğinden dolayı kriz yaşamasının kaçınılmaz olacağını söyler. Devamında sömürü, kâr, birikim ve yatırım olguları arasındaki ilişkilerde var olan içsel çelişkilerden dolayı yaşanacak ayrışmaların sonucunda karşıt güçlerin çatışarak kapitalist sistemin yıkılacağı öngörüsünde bulunur. Yeni kurulacak sistemi de komünizm olarak adlandırır.

Bu öngörüye karşın kapitalizmin hüküm sürdüğü dünya genelinde 1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalist sistemle yönetilen ülkelerin çökmesi Marx’ın iktisadi ve siyasi görüşlerinin etkisini ciddi derecede yitirmesine neden olmuştur.

Diğer yandan kapitalizmin, iktisat bilimini sınırsız insan ihtiyaçlarının sınırlı kaynaklarla karşılanmasında dengeli karşılık bulmak adına sergilenen uğraşılar olarak yorumlamasına ilk ciddi eleştiri de Marx tarafından gelmiştir. Bu eleştirinin temelinde Marx’ın iktisadi teoriye en önemli katkısı olarak da nitelendirebileceğim üretim sürecini sadece üretim faktörlerinin bir araya geldiği teknik bir boyut olarak değil insan ve toplum karakteri tarafından şekillenen sosyal bir süreç olarak yorumlaması yatmaktadır.

Böylece yaşanacak gelir-harcama (arz-talep) eşitsizliği kapitalist sistemin her zaman kriz üreten dinamiklerinin canlı kalmasına sebep olacaktır.

Gerçekten çeşitli dönemlerde kapitalist sistem bu sebepten dolayı krizler yaşamıştır.

Yaşanan her bir kriz ciddi sosyal, toplumsal ve iktisadi olumsuzlukları beraberinde getirmesine rağmen, kapitalizm varlığını sürdürmeyi başarabilmiştir. Bu gerçeklikte 1929 yılında yaşanan büyük buhran ile birlikte devletin piyasalara müdahalesinin iktisadi yaşama dahil edilmesi ve böylece kapitalizmin bir nevi sosyal kapitalizm halini almasının rolü büyüktür.

Ancak sosyal kapitalizm olgusu da kapitalizmin gelir dağılımındaki adaletsizlik gerçeğini değiştirememiştir. 2018 yılı Dünya Eşitsizlik Raporu verileri ülkenin en çok kazanan %10’luk kesiminin yurtiçi gelirden tek başına aldıkları payın Avrupa’da %37, Çin’de %41, Rusya’da %46, ABD’de %47; Afrika’da %55, Ortadoğu’da %61 olduğunu yansıtmaktadır.

Nitekim kapitalizmin ve Marksizm’in kuramsal altyapısı batı ile sınırlı, gözlem sahası da adaletsizlik ile çevrelidir. Tüm sosyal yaşayışları merkeze alan evrensel gerçekler ve iktisadi geçerliliklere erişebilmek ise ancak bu hassasiyetleri gözeterek mümkündür.

Yoksa bilgi üretmenin değerini inkâr etmiyorum.