Ölüm…

Hafta sonu için ideal bir konu mudur, emin değilim.

Korona denen “tırpanın” dünyayı biçtiği bu zamanda ölüm; dünya kurulalı beri gelip geçmiş tüm insanların üzerinde ittifak edebildikleri tek gerçek!

Evet, diğer zamanlardakinden fazla ölüm kol geziyor etrafımızda bugünlerde. Ölüm, çok değil, dört ay önce bir kenarda sessizce duran bir tabut gibiydi. Belki de ölümün soğuk gerçeğini günlük meşgale ile unutmuşken, bir bahane ile hatırladık, hepsi bu.

Ancak bu zamanda ölüm, “Madem doğdunuz, o zaman öleceksiniz. Varlığımı hangi ideoloji, hangi doktrin, hangi inanç inkâr edebilir” diye meydan okuyarak ‘zorbalık’ yapıyor.

Sokak aralarında, köşe başlarında, meydanlarda, bulvarlarda pusuya yatmış bekliyor ölüm, ‘korona virüs’ yaka ismi ile… Nefesi insanlığın ensesinde; bitmek bilmez bir çetele tutuyor, ürkütücü bir kabadayı gibi ‘virüs’ karşılığında ölüm saçıyor.

Yüzyıl’da yaşayarak anlıyoruz ki; bu çağ kelebekleri bile intihar ettirecek kötülükler taşıyor; yoksa ‘kötü kader’ diye bir şey olamaz asla.

Ölümlerin yaş ve cinsiyet ayırmadan sıklaştığı bu aralıkta, Sakarya’ya gidip dönmek gibi ani bir program gündeme geldi, iki ölüm arası korona günlerinde…

Direksiyonda bol bol düşünme fırsatı oldu ölümü…

Ölüm… Sevimsiz görünen gerçek… Çokça merak, çokça korku…

Sakarya, 1999’da ölümün adresi olmuştu.

Potansiyel bir virüs taşıyıcısı olan arabalardaki insanların arasından geçerken; tekerlekler de yoldaki kesik çizgileri yuta yuta ‘ata evi’ diye “mezarlık” istikametine doğru mesafe kat ediyor.

Depremde, olağan temposunun dışında bir anda ‘zenginleşmiş’ olan mezarlık, yol boyu iyice genişlemişti; iki başında iki mermerle ince-uzun öbekler halinde soğuk toprak yığınları, sol tarafta uzayıp gidiyordu.

Sağda ise, o toprağın altına girmekten her nasılsa kurtulmuş, ölümle hayat arasında bir yerlerde duran beyaz felaket prefabrikleri…

“Siz tamamen gittiniz, biz de yanı başınızdayız” diyen yeni mahalle…

Bundan sonra ölümün somut olarak etrafında dolandığını daha bir zannediyorsun. Doğrudur; doğal olan ölmektir. Ancak ölümler tabii gidişat dışına çıktığında ve artış kaydettiğinde ‘endişe’ veriyor işte. Koyu ve korkutucu bir paranoya bulutu kaplıyor dünyanın üstünü.

Öleceğini bilen bir adamla, bir gün öleceğinin farkında olmayan bir kediyi öldüren ölüm aynı mıydı acaba? Kelebeklerin yaşamı böceklerin ölümünden mi doğuyordu yoksa kelebeğin bedeninde yaşadığına göre ipekböceği zaten hiç ölmemiş miydi? Bir ölüm üzerinden yeni yaşam doğması nasıl oluyordu?

Ölüm bir başka yaşamak, “ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil” ise ‘Tabiatta hiçbir şey yoktan var olmaz, hiçbir şey de yok olmaz, şekil değiştirir’ denilebilir miydi?

Herkesin kendisini zayıf hissettiği anlar oluyor. Yine de yaşamak istiyoruz, ölene kadar da yaşadığımızı göstermek istiyoruz her fani gibi.