Eğer bir yangın varsa, bu tek anlama geliyordu: İstanbul İtfaiye Teşkilatı, Saraçhane’deki hangarlarından memurlarıyla harekete geçecekti.

İtfaiye ofisindeki alarm çaldığında; ‘2 numaralı’ itfaiye arabasının basamaklarına telaşla basan memurların tek bildiği, “Çatı katında birkaç çocuk ve bir kadının dumanlar arasında mahsur kaldığı, üç katlı binanın ise alevlere teslim olduğuydu.”

Yangın yerine vardıklarında azgın ateş ile ‘amansız’ bir boğuşma başlıyordu. Zamanla ve rüzgârla yarışırken; anlaşılıyor ki, ‘evini ateşe veren kadın, kitapları olmadan ölmemeyi tercih etmişti.’

İtfaiye erleri, Balat’ta söndürme çalışması yaparken; Beyazıt’taki ‘Yangın Kulesi’ görünüyordu. İstanbul’a yüksekten bakan kule, ömürlük kütüphanesini ardında bırakmayan kadın gibi “yalnızdı.” Herhangi bir yerde dehşetli bir yangın çıksa artık ne işaret çekecek ne de itfaiye borusu üfleyecek bir ‘gözcü’ yoktu tepesinde…

*

Çocukluğun yaraladığı bir insan, ne olursa olsun hep “yaralı” kalıyor. Böyle olunca da geçmiş, geçmiyor; geçmiş geri geliyordu.

Bir incir ağacı, bilseniz bana ne çok şey hatırlatır:

“Bütün bir çocukluk, bütün bir geçmiş zaman…”

*

Balat’taki rengârenk cumbalı evler bir yangınla “simsiyah” olup tek renge dönerken; çıtırdayan ateşler arasında kalan ahşap yapı gürültü ile yıkıldı. İs altında kalsa da incir ağacı yine güzel kokuyordu.

Bizden büyükler o yaşlarda yangının sorumlusu olarak kibritleri işaret ederdi, “Hiçbir zaman elimize almamamızı, oynamamamızı” tembihleyerek… Oysa hiçbir kibrit, kendi kendine tutuşmaz anne; onu yakan insanı suçlamaktır doğrusu…

*

Çocukluğunda yangın görenlerin oyuncağı itfaiye arabası, gelecek hayalleri de doktor, mühendis ve öğretmen değil; “itfaiye eri” oluyor. Kendimden biliyorum.

Canı yanan insanlarla birlikte olmak için fırsat kolluyor, acıyan yerlerine ‘yara bandı’ yapıştırıp kolay bir sevgi gösterebilmeyi hayal ediyorsun.

Çocukluğumuz Fatih’teki merkez itfaiye teşkilatı yakınlarında geçti.

Hatırlıyorum; annem elimden tutup dışarı çıkardığında, hangarlarında her an hareket etmeye hazır olan itfaiye arabalarının kocaman farları ürkütücü görünürdü o yıllarda…

Her vasıtanın, her eşyanın, her cismin de canı olduğunun düşünüldüğü o masumiyet yaşlarında, itfaiye arabaları da sanki canını sıkanları yutmaya hazır şekilde durdurdu. Bu anlarda küçük çocuk, annesinin elini daha bir sıkı tutardı.

*

Hayallerden çok hatıraların çoğaldığı yaşlara gelindiğinde, dönüp hafızandaki albümlere bakıyorsun. Bugünlerin mutsuzluğu ile hep geçmişine sığınıyorsun. Orada ‘acıklı’ fotoğraflar da tebessüm ettiriyor, yangın bile olsa kalbi titretiyor.

…ve bu hâl içinde dönüp de bugüne diyorsun ki: “Lütfen söyleyiniz: İtfaiye erleri nazikçe girsinler içeri, yanan yüreğimdir benim!”