Hiç sevmedim politikayı. Sevemedim. Kalifiye tefekkürü donduran ölümlü gündemleri, zihin dünyama yapılan vahşi bir taarruz olarak gördüm her zaman. Taş çatlasa birkaç gün nefes alabilecek gündelik lakırdıları, uzun vâdede bağımsızlığımızı tehdit eden biri istila objesi olarak tanımladım.

Fakat ne hazindir ki politika denilen o cihanşümul sahtekârlıktan tamamen kaçamadım. O küresel rezaletin bir şekilde hep parçası oldum. Susmam gereken yerde susamadım. İçime atmam gerekenleri dışarı kustum. Rakamlarda boğulmayı hep reddettim. Hakikate muhalif tüm fikir ve fiilleri alelade bir ayna gibi yansıtmayı değil; mâna hudutlarıma çullanan tüm o kibirli ihanetleri asıl sebepleriyle beraber ifşa etmeyi istedim. Çok insan kaybettim bu yüzden. Çok yenildim.

Yaranamadım çünkü kimseye. Beni tamamen temsil edebilecek bir ideoloji cephesi bulamadım. Ya “cahil’’ oldum ya “aşırı’’. Çomarlık ve bölücülük arasında dolandım durdum. Ne yaparsam yapayım, ne söylersem söyleyeyim; hep onların sabitlediği noktada kendimi buldum.

Biraz kapalı bir anlatım oldu, kabul ediyorum.

Yine güncele, daha doğrusu kendi bakışıma göre eğip büktüğüm güncele uzanayım o halde. Meramımı öyle dillendireyim:

CHP teşekkülünün ve HDPKK’lı yandaşlarının yakın geçmişte ortaya çıkan bir düzine taciz-tecavüz vakasını kınıyoruz misal. Bütün bu rezaletleri utanmadan örtbas eden tipik tek parti alışkanlığını ısrarla eleştiriyoruz. Ahlâksızlığın yalnızca -uyduruk-tarikatlardan, -çakma- din adamlarından, muhafazakâr zümreden fışkırdığına inanan ahmakları uyarıyoruz sürekli. Millet Meclisi’nde jilet gibi takım elbiseleriyle terörist savunan sözde siyasetçileri inatla çıldırtıyoruz. Topografik sınırlarımızın yanında ruh ortaklıklarımızı da koruyan muazzam teknoloji ataklarını; ucuz market dronelarına, motoru çalışmayan helikopterlere filan benzeten düşük profilli insan sürülerini devamlı azarlıyoruz. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirleri icraat yerine soygun merkezi bir karargâha çeviren ‘’kucaklayıcı’’ despotizmle zaten kronik anlaşmazlıklarımız var…

Vesaire…

Amma gelin görün ki virüs vasıtasıyla kurgulanan birtakım ‘’yeni normal’’leri vesikalarla tenkit ettiğimiz zaman; aşı düşmanı, çip edebiyatçısı, paranoyak bir komplocu gibi resmediliyoruz kendi mahallemizde. Yahut İstanbul Sözleşmesi faciasını belgeleriyle rezil rüsva ettiğimizde kadın düşmanı olmakla yaftalanıyoruz. KADEM idealizminin din çatısı altında mor çatı’larla girdiği ağız birliğine asla söz geçiremiyoruz mesela. ‘’Kurucu’’ yalanları, çiğ yobazlıkları, sahte kahramanları doğru düzgün ağzımıza alamıyoruz. Başımıza gelen asırlık ihanetleri anlamak için önce bu mevzuları irdelememiz gerektiğini hâlâ anlatamıyoruz. Yahu ötesi var mı, Allahü tealayı kendi kıt ufkuna sığdırmaya çalışıp beğenmeyen din profesörlerine bile ağız tadıyla sataşamıyoruz…

Günü kurtarmakla yetinenleri tatmin etmek için kendimizi harcıyoruz kısaca. Zafer naraları atan derin kaybedişlerin içinde heba olup gidiyoruz.

Biraz da bu yüzden sevmiyorum politikayı.

Kültürün iktidarı büyük hasarlar bıraktı üzerimde. Diğer yandan, benden olana beni tanıtmaktan sıkıldım. Vatansızlarla aynı toprağı paylaşmak artık katlanılamaz bir hal aldı. Ama en çok, aynı müşterekleri paylaştığım zayıf karakterler acıttı canımı. Etrafımı saran dev omurgasızlığın gölgesinde hep kendi güneşimi bulmaya çalıştım.

Yoruldum.