Sinemanın mekân kullanımı ve atmosfer oluşturma çabası yeni bir gerçeklik kurgulama anlamına geliyor. Meramı ifade edecek, film dilini belirleyecek unsurlardan olan mekan, yöntem tercihlerini belirleyen ve tercihlerle belirlenen bir organizmayı temsil ediyor.

Sinema ürünlerini ‘ticari’ ve ‘ticari olmayan’ (bağımsız, arthouse, vs) şeklinde ikiye ayırdığımızı düşünürsek mekân kullanımı noktasındaki tercihlerin tam bu noktada ciddi farklılık arz etmesi kaçınılmaz oluyor.

Ticari yapımların mekânı genellikle büyük şehirler ya da kurgulanmış alanlar oluyor. Bağımsız sinema ise -minimalist yapısı sebebiyle- taşra ağırlıklı ilerliyor. Ülkemizde köy, kasaba gibi yerleşim alanları arthouse sinemanın temel yapı taşı niteliğinde. Bu elbette ‘aksi teklif dahi edilemez’ bir yaklaşım değil. Aksi örnekler de çok fazla.

Türkiye’de festival sinemasının (arthouse) genellikle taşra mekanlı yürümesi eleştiri konusu. Bunun kolaycılık olduğunu düşünenlerin sayısı hayli fazla. Ben ise meseleye başka bir açıdan bakılması gerektiği taraftarıyım.

Şöyle ki…

Avrupa başta olmak üzere sinemanın belli aşama kaydettiği merkezlerde yöntemine bakılmaksızın sinemanın mekanının kesin bir ayrım taşımaması anlaşılır. Zira buralarda taşra ile kent arasındaki uçurum bizdeki kadar değil. Ayrıca ülkemiz, taşra denen olgu ile hesaplaşma ya da barışma sürecini yeni yaşıyor. Zira yakın zamana kadar taşra -her bakımdan- geriliğin ve iptidai yapının temsili idi. Anlam noktasında da yaklaşım bu idi. Sorgulama değil doğrudan hüküm ifade etmek vardı.

2000 sonrası ise Türkiye kendini yeniden tanımlamaya başladı. Özellikle 2002 sonrası süreç birçok açıdan memleket insanının ve sanatkârının yaklaşımını, duruşunu sarstı. Artık taşra, insanımızı ve ülkemizi anlayabilmenin mekânı haline geldi.

Bu manzarada yeni kuşak sinemacıların taşraya yönelmesi, taşra ile anlama ve sorgulama çabası gayet doğal. Bu uzun süre devam edecek ve esasında hiç bitmeyecek de bir kanal halini alacak.

Diğer taraftan…

Sinema büyük kalabalıklarla hayata geçirilebilen bir sanat. Haliyle pahalı bir sanat yöntemi. Ülkemizde sinema filmlerinin bütçesi ve finans bulma manzarasını düşününce sinemacıların ‘taşraya sığınması’ zaruret halini alıyor.

En basitinden…

Şehirlerde mekân kullanmak, buna ücret ödemek, konaklamak, vs kalemler bütçenin 3’te birine tekabül edebiliyor. Taşra ile şehir arasında ise fark yüzde 100’e ulaşıyor. Kısıtlı bütçe ile filmini yapmak durumunda kalan sinemacının pek de seçme şansı kalmıyor.

Hal böyle olunca…

Sinemamızda taşranın ciddi bir mekân olma özelliği yapım noktasındaki zaruret gibi şartlar başta olmak üzere birçok açıdan kalıcı bir hal alıyor.

Fekat ben taşra ile barışma ve hesaplaşma noktasındayım…

Bunun ciddi bir imkân olduğu kanaatindeyim. Dezavantajı avantaja çevirecek olan ise yönetmenin mekân dışı film dili aktörlerini özgün şekilde kullanabilme becerisidir. Sinematografiden ses tasarımına, oyunculuktan karakter derinliğine kadar çok başlıklı film dili listesi üzerine düşünmek ve üretimini ‘nasıl’ noktasından hareketle şekillendirmek yönetmenin üretimine farklılık katacak olan yaklaşımdır.

Öykünen, taklit eden, düşünmeyen ya da derinleşemeyen her sanat üretiminde olduğu gibi sinemada da taşra unsuru, nasıl kullanıldığı bağlamında değerlendirilmeli.