Haydarpaşa tren istasyonunda ve kıpırtısız bir havada kar, iri tanelerle değil de “zarif” şekilde, minicik buz kristalleri halinde, yavaş yavaş, nezaket ile iniyordu gökyüzünden…

Hava oldukça ılıktı; en fazla sıfır derece civarında…

Bağrı yanık kadın, kaynayan yüreği ile merdivenleri bir iniyor, bir çıkıyordu.

Kolundan, yakasından tuttuğu herkese:

– Adil’i gördünüz mü? Adil’imi gördünüz mü, diyordu.

– Hangi Adil’i? Binlerce Adil var abla.

Kahverengi, yırtık kıyafetinin altından kolunu çıkararak, trenin gideceği rayları, doğuyu gösteriyordu:

– Kar yağıyor. Belki bu akşam ıslak ayakları üşüyordur. Bu tarafa gitmişti, diyor.

– O tarafa? Yemen’e mi, Kahire’ye mi, Bağdat’a mı, Medine’ye mi yoksa Sarıkamış’a mı?

– Adil’ini kum mu, su mu, dermansızlık mı, tifüs bitleri mi, “buz” mu yedi?

Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Adil’ini görse ona da soracaktı:

– Adil’imi gördün mü?

– Hayır, hiçbirimiz Adil’ini görmedik. Fakat… Fakat Adil’in her şeyi gördü anne. En âlâsından ‘dehşet ve vahşeti’ gördü.

* * *

Doksan bin kar şehidinin son mekânı, kristal karın memleketi Sarıkamış’ın çocukları olarak kar bizim için ‘hüzün’ demektir.

Kırağı tutan kaşlarıyla, havada donan gözyaşlarıyla nice ‘kış öyküleri’ dinledim babamdan.

Kar altında kalınca yönünü kaybedeceğini, kurtulmak için çırpındıkça daha derine, kendi mezarına gömüleceğini Kars’takiler, çocuk yaşlarında öğrenir.

Belki de doksan bin şehidin bıraktığı mirastır; köyden köye ilkokula giden fidanlar için, ‘yollarını şaşırmasınlar’ diye seyrek fidanlar dikilir iki köy arası kar üstüne…

Bu yüzden “kış, biz Sarıkamışlılar için karların büyük şehirlerde yolları buzlatması değil; Allahuekber dağlarında yürekleri sızlatmasıdır.”

Çünkü biz tuzu kaygan yollara dökmez, yüreklerimize basarız.

Kar, yorganımızdır bizim… Çoğu kişi İstanbul Boğazı’nı yaz günlerinde sever;  bizim gibiler ise kış günlerinde… Lapa lapa kar yağarken kıyıya çekilmiş boyalı sandalların üzerinde biriken beyaz örtüleri ve yiyecek arayan beyaz martıları seyretmeyi…

* * *

Kar her yeri kaplamıştı hafta başında… Mum yanıyordu evde, kimsesiz sokak lambaları yanıyordu kaldırımda… Ev sessiz, huzurlu ve sıcaktı; ancak dışarısı buz tutmuştu, yine de muhteşem görünüyordu.

Hava soğumuş, kar yağmıştı. İnci kristaller pencere önündeki güvercinliğe, kitaplardan hatırladığım istasyondaki kadın ise gönlüme düşüyordu.

Kar yağınca bembeyaz oluyor ‘unutulmuşluk’ sanki; yalnızca anneler hatırlıyordu, başka kimselerin aklına gelmezken varlığın…

Şairin dediği gibi;

“Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.

Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.”

Unutulursun hayatta, eğer annen yoksa…