Kubbeyi yere koymak

İş yerinin önünde iki aydır iş makineleri gürültüyle çalışıyor.

Beton ömrünü tamamlamış Yeraltı Camii ve Çarşısı’nı yıktılar.

Yerine otopark ve mescit yapmak üzere hummalı bir faaliyete başladılar.

Yıkılan Subaşı Yeraltı Camii ve Çarşısı’nın mimarı Embiya abi, sağ olsun, ara sıra çay sohbetine gelir.

Bir keresinde ofisteki kitaplarımı karıştırırken, “Ooo, sen Turgut Cansever de mi okuyorsun?” diyerek kitabı eline aldı.

Müstehzi bir şekilde, “Ben okuyorum da, sen hiç okuyor musun acaba?” dedim.

“Tabi canım, hem okurum hem de istifade ederim ben bu kitaptan…”

“Peki abi, kitabın adı ne?”

“Kubbeyi Yere Koymamak”

“Gel şimdi pencereye doğru… Şu aşağıdaki caminin kubbesi nerede?”

“Yerde…”

“E bu nasıl istifade?… Belli ki bu kitabı caminin projesini tamamladıktan sonra okumuşsun.”

“Tabi, bu kitap 1997 yılında çıktı. Biz bu caminin ihalesini 1979 yılında yaptık.

Arada 18 yıl var. Üstelik askeri yönetim cami yapmamıza karşı çıktı.

12 Eylül 1980 İhtilali olduktan sonra yönetime el koyan Milli Güvenlik Konseyi Samsun Belediye Başkanı Kemal Vehbi Gül’ü görevden aldı. Caminin inşaatını durdurdu.

Kubbe projede yerde değildi ki…

Cami askeri idare tarafından durdurulunca ben de kubbeyi kaldırarak yerine kabuklu çatı sistemi oturttum. Projede adını da ‘tüketim kooperatifi’ olarak değiştirdim.

İnşaatı bu şekilde tamamladıktan sonra yeniden camiye çevirmek için çatıyı kaldırıp, kubbeyi oturttum. Kubbeyi bu sebepten yere koymak zorunda kaldım. Tabi sen bunları bilmezsin, konuşuyorsun…”

Caminin çarşı kısmının üstündeki alanda bir de havuz vardı. O da yıkıldı.

Çevresinde aktar ve kuruyemiş esnafının himmetiyle hayatını idame ettiren güvercinler perişan oldu.

Beslendikleri alan şantiye sahasına döndü.

Şimdi binaların çatısında martı saldırılarına karşı tetikte, olup bitenleri hareketlerine de akseden bir endişeyle takip ediyorlar.

İnşaat sahasının başladığı kaldırımın kenarında küçücük alanları var. Oraya inip kalkıyorlar bir şeyler bulabilmek ümidiyle…

Pandemi kısıtlamalı cumartesi ve pazar günleri durumları daha vahim.

Issız yollarda yiyecek arayışlarını ümitsizce sürdürüyorlar.

Ben bu iki günde Cuma akşamından hazırladığım buğday poşetleriyle erken saatlerde kaldırımın kenarında güvercinlere yem serpiyorum.

Görür görmez etrafımı sarıyorlar. Birkaçı belli ki evcil, omzuma konuyor.

İki kilo buğday, yüzlerce güvercin için tek seferlik…

Bu tenhalıkta yola yatmış bir köpek gelip geçen görevli araçlara sessizliği, belki de rahatını bozdukları için havlayıp duruyor.

Bir de ezan sesinde uzun uzun uluyor bu köpek…

Hayvanları açlığa mahkûm ettiğimiz için belki de bizi Allah’a şikâyet ediyor.

Pencerede bakıyorum kuyruğu yok.

Kim bilir nerede, nasıl acıların içinden kuyruğunu bırakarak çıkıp geldi.

İhtimaldir, bu acının bilinçaltında kalmış, silinmeyen izleriyle arabalara saldırıyor, ezana karşı uluyor…

Ona kediler için hazırladığım tavuk ciğerinden verdim, yemedi.

Ekmek verdim, yemedi.

Kızdım, “Ne yiyeceksin, beni mi?” dedim, umursamadı.

Hiç bir şey demeden yavaş ve sessiz, kalkıp gitti.