Uyuyan her insan güzeldir ve güzellikleri tetikler seyredenin kalbinde… Ve her insan uyurken masumdur.

 

Çünkü insanın hayata dair edindiği ne varsa hepsinin işlev dışı kaldığı uyku, insanın fıtri özelliklerinin saf halini yansıtır.

 

Tüm pratik edinimlerimiz, teorik bilgilerimiz, toplumsal kimliklerimiz, karakteristik özelliklerimiz uykuyla birlikte derin bir gizliliğe, son derece tepkisizliğe, “snore” yahut “apne” rahatsızlıkları yoksa olabildiğince sessizliğe evrilir.

 

Uyuyorken, kim olduğumuzun, ne tür yetiler barındırdığımızın, hangi ilimlerle donandığımızın, nasıl tepkiler verdiğimizin bir önemi yoktur.

 

Zengin fakir, alim cahil, maktul katil, cömert cimri, sadık hain, masum zalim olması ile ilişkisi kurmadan bir dinlenme durumu olan uyku varlığımızdaki tüm sırları, tüm vasıfları, inançları, sevdaları, hırsları saklayan ağır ve gizemli bir perde gibidir. Arkasında var olanın meçhul olduğu…

 

Uyuyan bedenlerimizdir. Rüyalarımız, uykuda konuşmalarımız, korkulu kâbuslarımızın muhatabı ne elimiz ayağımız, ne kolumuz bacağımız, ne de aklımız ve kalbimizdir.

 

Kirpiklerimiz birbirine kenetlendiğinde ve bedenimiz o derin, o sessiz, o kimliksiz dehlize çekildiğinde gördüğümüz rüyalarla uzak diyarlara gidip dolaşan, korkuyla bizi sıçratan kâbuslarımızın, öfkeli mırıldanmalarımızın tümü ruhlarımızın intikal yetisinin izahıdır.

 

Düalist bir bakış akışıyla insanvarlığını/varoluşunu okuduğumuzda, müşahhas varlığının ötesinde tüm mesuliyetleri, tüm sosyal edinimleri ve tüm kutlu vazifeleri üstlenen mücerret varlığının yani ki “ruh”un yaratılışta esas olduğunu görürüz.

 

Halife olarak yaratılan insanın bir ruhu ve bir de eninde sonunda ceset olacak bedeni vardır. Ve insanın beden varlığına fena, ruh varlığına beka akıbet olarak kaydedilmiştir.

 

Bu cihetten baktığımızda uyku bedenimize ikram, ruhumuza imtihandır!

 

Çünkü insan, cennet mükafatı, cehennem ihtarı ile akıbetine yürür ve kıyametini ruhunu var ettiği kadar değiştirebilir.

 

Bir gaye, bir idea, bir kutlu hedefe muhtaç olarak halk edilmiş olan tüm insanların ruhu cennet ile müşerref olduğundan en mükemmelle, en iyiyle, en masum, en nezih, en temiz ile yüzleşmenin sorumluluğunu taşır ve bu mesuliyeti unutmadıkça tüm kötülüklerden, zorbalıklardan, zulümden, çirkinliklerden, haksızlıklardan rahatsızlık duyar.

 

İnanç perspektifinden baktığımızda, insanın yaratılış gayesini anladığımızda, İlahi Vahiyle emir ve nehiylerle imtihan olunacağına inandığımızda olması gereken de budur.

 

İslam âlimlerinin, kalp gözünün açıklığından, ruhun uyanışından söz etmeleri de bundandır.

 

İdealist liderlerin, şuurlu insanların bencilce kendi hayatını yaşayıp tüketmekten fazlası ile meşgul olmaları ve diriliş manifestosundan söz etmeleri de insanın kutlu bir mesuliyetle var edildiğinin ispatıdır.

 

Gayesi, kaygısı, davası, sancısı olanların uyanıştan ve dirilişten söz etmelerinin ardında refleksiz bir uykuya ve sefil bir ölüme duçar olmamanın gayreti saklıdır. (Devam edecek…)