Serbest piyasa ekonomisinde yaşanan gelir dağılımı adaletsizliğinin en önemli sebeplerinden birisi fiyatlar genel seviyesinde istikrarsızlığı tarif eden enflasyonist eğilimlerin varlık göstermesidir. Zira liberal kapitalist düzende üretim-tüketim-üretim dengesi üzerinden ilerleyen sistematik gereği tüketimin üretim var olduğu için gerçekleştirilmesi talebin sürekli olarak diri tutulmasını gerektirmektedir. Üretimin yani arzın sürekli artırılmak istenen talebi karşılayamamasından dolayı sistem potansiyel enflasyonist eğilimlere her zaman açıktır.

Fiyatlar genel seviyesinde meydana gelen sürekli artışları tanımlayan enflasyon haddi, fiyat endeksi üzerinden ölçümlenmektedir. Ülkemizde bu görev Tüketici Fiyat Endeksi’ne düşüyor. Endeks Türkiye İstatistik Kurumu tarafından hesaplanıyor. Bu açıklamalarım arasında dikkat etmenizi istirham ettiğim bir husus var. Yaptığım tanımlamadan idrak edebileceğininiz gibi enflasyonun düşmesi durumunda yaşanan bu gelişme bize fiyatlar genel seviyesinin düştüğünü değil fiyatlar genel seviyesinin sadece artış hızının düştüğü yani dezenflasyonu ifade ediyor. Enflasyonun tersine fiyatlar genel seviyesindeki sürekli düşüşü ise deflasyon olarak adlandırıyoruz.

18. ve 19. yüzyıl boyunca ekonomilerin başat sorunu olarak kabul gören deflasyon serbest piyasa ekonomisinin sahneye çıkması ile birlikte yerini enflasyona bırakmıştır. Bu durumun ilk istisnası 1929 yılında kapitalist sistemin maruz kaldığı en ciddi kriz olan ekonomik buhran sürecinde Birleşik Devletlerin yaşadığı deflasyon sürecidir.

1950-1990 yılları arasında ortalama olarak yıllık %5,4 büyüme hızına erişen Japon ekonomisinin 1990’ların başında büyük bir çöküntü yaşaması ve ardından deflasyon sürecine girmesi bunun ikinci istisnasıdır. Enflasyonist eğilimlerin beraberinde getirdiği tüm olumsuzlukların haricinde bu yazımda ana olarak değinmek istediğim negatif ayrışma gelir dağılımı noktasında yaşananlardır.

Toplumdaki sabit gelirli bireylerin, ki bu grubu emek sahipleri olarak tarif edebiliriz, ücret gelirlerinde yaşanan artış oranının enflasyon haddinden daha az olması sıklıkla rastlanan bir gerçekleşmedir. Zira sabit gelir grubunun maaşlarının altı ayda bir yahut yıllık olarak ayarlanması haliyle ücret geliri ile geçimlerini sürdüren bu kesimlerin satın alma gücünün düşmesi ile sonuçlanır. Bu bağlamda alım gücünde yaşanan düşmenin olumsuz etkilerini asgari düzeye indirgeyebilmek için gelirlerini mümkün olduğunca tüketim harcamalarında kullanan bu kesimin nihayetinde tasarruf eğilimleri de düşük düzeylerde seyreder.

Yüksek gelirli kesimlerin, ki bu da grubu sermaye sahipleri olarak tarif edebiliriz, tasarruf edebilme imkânı ise sabit gelirli kesimlere göre daha yüksektir. Enflasyonist dönemlerde bu kesimin yaşanan belirsizlikten dolayı yatırım yapmak yerine sahip oldukları para ile mevduat, döviz, altın ve gayrimenkul gibi alanlara yönelmesi hem elde ettikleri faiz gelirlerini artır hem de üretim kapasitesini olumsuz etkiler. Böylece istihdamın azalması da söz konusu olacağından, aradaki gelir dağılımı farklılıkları daha da derinleşir. Adaletsiz gelir dağılımı sosyal istikrarı zedeler.