Eşref-i mahlûkat olan insan, öze inmeyi, hakikatle ünsiyet kurmayı bıraktığı an, alçalışa geçer. Kirli emelleri için, iyiliği kullanacak kadar da alçalır. Ne göğe bakabilir ne de mevsimleri fark edebilir. Bunun adı dünya esareti!

Yaklaş dedi nisan çiçek çiçek gülümseyerek. Giderken de erguvanları gösterdi, İstanbul’un sevgilisini…

Ben çiçeklere ve renklere kendimce anlamlar yükleyen biriyim. Sevinçlerim ve hüzünlerimi ayrı ayrı çiçeklerle eşleştiririm. Çocukluğumun çiçeği menekşelere, pişmanlığım, erguvanlara da umutlarım diye seslenirim. İkisinin arasına da mum çiçeği serpiştiririm. O usul usul yere dökülen mum çiçekleri, uyuduğumda kirpiklerime dokunur. Sonra her yer annemim defterime çizdiği, ortanca çiçeği olur. 

Mevsimlerden erguvan, anne sıcaklığı gibi sokulur içimize... Coşku ve heyecanla. 

 Bu yıl da Afrika gibi bakan gözlerle izleyeceğiz erguvanları. Renklerin söylediklerini değil, söylemediklerini içimize çekip, sustuk. Bahar sustu. Emek sustu.

Vicdan ve merhameti diriltemedi ölümler. Hâlâ birbirimizi çekiştirmekle meşgulüz. Anlamak yerine suçlamayı tercih ediyoruz. Af yok, hoş görü yok! Saldırganlık var. Egolu dünyalar var.

“Ben hiç kimseyim. Ya sen kimsin? Sen de hiç kimse misin? O zaman iki olduk. Söyleme kimseye. Bilirsin, sürerler bizi” diyen Emily Dickinson, hepimizin bildiği gibi bahçeyle uğraşan bir şairdir. Toprağın dilinden iyi anlayan Emily’in şiirleri, çiçek kokar. Kokusu olan şiirleri okumanın tadı da tabii ki bir başka.

O menfaatperestler, kendi çıkarlarıyla gurur duyan erdemsizler niye mi çoğaldı? Tabiatı okuyamadıkları için olabilir mi?

 Biz şehirleri hız üzerine kurguladık; kaçıyormuşçasına selamsız, sabahsız çıktık evlerimizden. Efendim çıkış, o çıkış! Bedenler dinlenmek üzere dönseler de, kimse giremedi evlere.

Üstelik dışarıda da dışarıyı arayan olduk. Bu nasıl oluyor demeyin… Tarih boyu insan fotoğraflarının arka fonunda, hep bir arayış, yani insanın kendiyle kavgası var. 

 Betonların arasından sıyrılarak kavgamız da önümüze katıp, erguvan ağaçlarının arasında “Sanki gençliğime doğru yaşlanıyorum /Çengelköy’de yaz, unutulmaz erguvanlar /hangi yanıma dönsem seni bulurdum” Atila İlhan’ın dizeleri ile yürümenin anlatılmaz bir tadı, huzuru vardır…

Arayışımızı disipline sokan da kolay kolay hissedilmeyen bu huzurdur. “Bir nokta daha var. Haksızlığa hücum ederken, yeni bir haksızlık yapmamak.” Tanpınar’ın fısıldadığı huzuru ihmal ettiğimizi itiraf edebiliyorsak, kendimizi sorgulayabiliyorsak; insan olan yanlarımızla çoğalıyoruz demektir.

Bu çağ kıyafetin, makamın, kazancın kadar insansın dese de, biz güzel ahlakın tayin ettiği insan oluştan vazgeçmeyelim.

Osmanlı döneminde, Bursa’da Emir Sultan Dergâhı’nda toplanılırdı erguvan şenliği için. Bu şenlik zikirlerin çekildiği, sohbetlerin yapıldığı dostlukların tazelendiği bir şenlikti. Erguvan ağaçları gibi dostluklar, zikirler, muhabbetler azaldı. İçimizdeki son kıpırtıyı da pandemi söküp attı.

 Yapay gündemlerin içinde duygusuz, asabi, hedefsiz kişiler olduk.

Bugünün penceresine şöyle seslenir Rabindranath Tagore: “Bazen insanlarla aynı dili konuşamayacağını fark edince, farklı dilde susmayı seçersin.” Kalbinize emanetsiniz…