“SEVMEK”le başlıyor bu menkîbe… Önce Rabbini, Rabbin halk eylediği her şeyi, bizlere sunduğu ikramları bilmek ve sevmekten geçiyor hayat hikâyelerimizin şekillenişi...

Dört mevsimin doyasıya yaşandığı, Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan Boğaziçi’ni yani İstanbul’u, Selimiye Camiine ev sahipliği yapan Edirne’yi, bağrında Hacı Bektaş Veli’yi ağırlayan Ankara’yı, Yedi Uyurların izini taşıyan Mersin’i, camileri, kiliseleri, manastırlarıyla Mardin’i, Diyarbekr’i, Elazığ’ı, Van’ı, Siirt’i Hakkâri’yi, Aydın’ı, Manisa’yı, İzmir’i, Gaziantep’i, Şanlı Urfa’yı, Kahramanmaraş’ı, asırlar öncesi bahtımızın yazıldığı şehir Bursa’yı ve dahi bütün şehirleri, yani ki bu ülkeyi sevmekle başlıyor çıktığımız bu yolculuğun hikâyesi...

Seviyorsa taşıyor insan, en ağır yükleri... Konuşuyor, yazıyor, koşuyor, yorulmak bilmiyor ve aşıyor önüne çıkan bütün engelleri...

Ve elinden geleni ardına koymuyor. Adımlarını Hak ve hakkaniyet adına atmaya dikkat ederek, say’ini ibadetten sayıyor.

Seviyorsa ancak, kinin, nefretin, ihtiras ve hasedin, enaniyet ve bencilliğin hakkından gelebiliyor insan...

Uzun yıllar üzerinde oyunlar oynanmış, pazarlıklar yapılmış, cetvelle haritalar çizilerek paylaştırılmış toprakların eski sahipleriyiz bizler...

Bir soluk, bir müreffeh zamanken şimdi soluduğumuz, tarihin tekerrüründen imtina etmeliyiz.

Dinimizi, Muaviye gibi görünmez mızraklarla kalbimize saplayan, dışımız hür iken, zihinlerimizi esir alan, münferit değil, güruh halinde inanç eylemi sergileyen “biz” gibi, “bir” gibi görünüp birbirini hançerleyen düşünce sistemlerini sorgulamalıyız.

Ki yeniden, bir daha bölünüp parçalanmamak için sevgiyle, inançla, Rabbin rızasını esas alarak, vahyi kaynak eyleyip gayret sarf etmeliyiz.

Biz bu ülkenin ezeli sahipleriyiz.

Hiç esaret görmemiş bir milletiz.

Reva değildir birbirimize diş bilemek, erk kavgası güderek, inançlı kalpleri incitmek.

Reva değildir, aynı ülkede, aynı Rabbe secde ediyorken bölünüp parçalanmak...

İnkâr ve iftiralara tenezzül ile akılları bulandırmak hiç reva değildir!

Ülkesini, insanını seviyorsa insan, bir günlük huzursuzluğun kefaretinde payı var mı yok mu diye sorgulamadan edemiyor kendini.

Çirkinliğin hızla yayıldığı bu ahir vakitte, “Güzele, hayra, huzura ve kardeşliğe dair neler yapılabilir?” sorusunu her sabah kendisine soruyor.

Çünkü görkemli geçmişini, teslim aldığı medeniyet mirasını, asırlar öncesinden “yaşamak rehberi” olarak sunulmuş İlahi Kelamını, Resulünün örnek ahlakını seviyor.

Farklı dinin mensuplarıyla, İsevi’si, Musevi’si, Türk’ü, Kürt’ü, Arnavut’u, Azeri’si, Türkmen’i, Çerkez’i, Gürcü’sü, bir arada yaşamış bu millet, aynı din, aynı mezhebe tabi olanların kavgasını anlamakta zorluk çekiyor. “Yoksa, ah yoksa aynı yaratıcıya, aynı kitaba, aynı Resul’e inanmıyor muyuz?!” sorusunu külçe ağırlığında zihninde taşıyor!

Sevince korkuyor insan...

Bırakın kul hakkını, şu güzel ülkenin taşının, toprağının, zerre zerre havasının, katre katre suyunun hesap soracağından korkuyor!

Nimetlerle donatılmış bu güzel coğrafyanın şükrü, niza ve kavga ile değil, birlik ve beraberlikle, mü’minlerin rahat soluk alışı ile eda edilebilir ancak!

Şükrün edası gerçekleşmediğinde nimetler bir bir çekilip alınıverir yoksa elimizden.