Geriye dönüp baktığınızda ilk yazımdan itibaren vurgulamak istediklerimin iki önemli noktada toplandığını göreceksiniz. Sanayi Devrimi’nden itibaren filizlenen, tarihin belirli dönemlerinde sekteye uğrasa bile günümüz dünyasının genelinde geçerli başat iktisadi sistem rolüne haiz olan kapitalist iktisadi düzenin hem evrensellikten uzak olduğuna hem de gelir dağılımı bakımından açmazlar barındırdığına detayları ile değindim.

Kapitalist sistemin ruhunun Protestan ahlâk yaklaşımı ile çevrelenmiş olması bu düzeni öznel gerçekliklere hapsederken, sermaye kesiminin başrol oynadığı sınıf çatışmaları ve beraberinde gelen enflasyon ve işsizlik sorunlarının bertaraf edilememesi ise bu düzenin sabit ücret gelirleri ile geçinen emek sahibi bireylerin aleyhine işlerlik kazanmasını beraberinde getirmiştir.

Sınırsız insan ihtiyaçlarının karşılanması adına kıt kaynaklar kullanılarak gerçekleştirilen mal ve hizmet üretiminde dengeli bir karşılık bulmak adına yola çıkan iktisat biliminin portresinin, kapitalist iktisadi düzenin tuvali üzerine işlenmesi tersine büyük bir kitlenin yaşamını devam ettirecek kadar bile bir gelire sahip olamaması ve belirli bir kitlenin de temel ihtiyaçlara dair gerçeklikleri parçalayarak israf havuzunda yüzmesi gerçeği ile tüm dünyayı yüzleştirmiştir.

Kapitalist iktisadi düzenin adaletsizliğine tepki olarak yeşeren sosyalist iktisat teorisi ise her ne kadar farklı olduğunu iddia etse bile aynada kendisine baktığında en azılı düşmanından başka kimseyi görememiştir. Kapitalistlerin kâr saikinin yerini kumanda ekonomisi olarak da adlandırabildiğimiz sosyalist iktisat yaklaşımında sosyal hizmet almış, üretim tarzı bürokrasinin talebi doğrultusunda belirlenen sosyal ihtiyaçlar çerçevesinde şekillenmiştir. Böylece fert kapitalizmi yerini devlet kapitalizmine, burjuvazi yerini bürokrasiye bırakmıştır.

Zaten Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından gelişen sosyal ve iktisadi düzlemde her ne kadar dünya genelinde halen dahi Çin Halk Cumhuriyeti, Laos, Küba, Vietnam ve Kuzey Kore bu sistemi benimsediklerini iddia etse bile kapitalist iktisadi aktörler ile bütünleşme adına izledikleri iktisadi politikalar da herkesin malumudur.

İşin bir de İslâm ülkeleri boyutu vardır. Geçmişten günümüze gelen noktada İslâm ülkeleri de iktisadi teori ve politikalarının çerçevesini kapitalist ve sosyalist düzen odaklı teşkil etmeye çalışmışlar ancak başarılı olamamışlardır. Zira doku uyuşmayınca köklerini buradan alan sosyal ve iktisadi dünyanın uyumu zordur. Eski yazılarıma dönerseniz bu doku uyuşmazlığının sebeplerini de tek tek irdelediğimi görebilirsiniz. Elbette gelir dağılımında yaşanan adaletsizlik dünya genelinde olduğu gibi İslâm ülkelerinde de süregelmiştir. Zaten zararın bu hanesi sadece İslâm ülkelerine değil kapitalist ekonomilerin geneline de yazmaktadır.

Tüm bu bahsettiklerimden çıkarılan husus dünyanın; tüm insanların ihtiyaçlarını tam manası ile karşıladığı, israfın olmadığı, gelir dağılımında adaletin tesis edildiği bir iktisadi hayatı yaşaması gerekliliğidir.

Hata yapmak kötü, yapılan hatadan dönmek erdemdir. “Bir daha dönemem” demek değil, “Yeniden başlamak gerekmez mi” diyebilmek önemlidir.