“Masumiyet bir kere kaybedilen ve bir daha eskisi gibi ikame edilemeyen görünmez bir servettir.” sözüne yer vermiştim geçen hafta aynı adlı yazımda. Böyle midir gerçekten?

Bu yüzden midir, Sezen’den “Masum değiliz” şarkısını dinlerken içimize dönen bakışlarımıza hüzün çökmesi. Derin bir kabullenişle “Eller günahkâr/ Diller günahkâr/ Bir çağ yangını bu bütün/ Dünya günahkâr/ Masum değiliz, hiçbirimiz” nakaratını kendimizden hesap sorarcasına tekrar edişimiz.

“Değildir. Böyle olamaz” desem, kendimi yalanlamış ve böyle olduğunu zannetmemiz için yapılan tüm telkinlere baş mı kaldırmış olurum?

Bu soruların cevabına iki açıdan cevap verebilirim. Geleneksel öğretilerimiz dairesinden bakınca bu tanım kısmen de olsa günümüzde de geçerliliğini koruyor. Ancak İslam Dinini merkeze alarak bakarsak yukarıda da belirttiğim gibi eğitim metodunun bir parçası haline getirilmiş geleneksel kabule başkaldırmamız gerekir.

Çünkü Kitabımız Kur’an-ı Kerim her bir ayeti kerimesi ile insanı esas alıyorken, biz ademoğullarına “tevbe” kapısının açık olacağından haberdar ediyorken nasıl olurda masumiyet yeniden ikame edilemez?

Ki, Rabbimizin “Afüv” ismi şerifi ile affetme yetkisi sonsuzken, nasıl olur da ellerimizin, dillerimizin, kalbimizin girdiği günahlarla alternatifsiz bir kirlilik duygusuyla günahkârlığımızı yük gibi taşımaya razı olabiliriz?

Tevbe ki, arınmamın muştusu. Yeniden, tazeden çekilen besmelelerle saf imana erişme umudu.

Üstelik, İslam fıtratı üzerine (tertemiz) yaratılmışken ve akıl buluğu oluncaya dek ruhumuzun dilini masumiyeti kullanıyorken, her insan kişisinin kendi ömründe, kendi seyrinde, kendi tecrübe ederek hatıra biriktirdiği bir çocukluk varken.

Bitmedi, çocukluğumuzdaki masum halimizi unutmaya bile mahal tanımayacak şekilde, yavrularımızla, torunlarımızla bu masumiyet bildirgesi devri daim ile yeniden hatırlatılıyorken nasıl olur da günahkâr, kirli ve iflah olmaz bir bozulmaya razı olabiliriz?

Olmamalıyız? Bu tamamen Batı/lın geleneklerimiz içine zerk ettiği, bizden olmayan, ruhu esas almayan somut ve rasyonel bir kabulün neticesinde ahlak yargısı yapan bir tanımdan başka bir şey değildir.

Tam burada şu birkaç satırı okuduktan sonra, ardınıza yaslanın, gözlerinizi yumun ve düşünün: Çocukluğunuzda arkadaşlarınızla nasıl mutlu olduğunuzu, yemeğinizi, oyuncaklarınızı (hangi değerde olursa olsun; ister tahtadan ister mağazadan), nasıl paylaştığınızı. Yalnızlıktan ne çok sıkıldığınızı. Küsünce ne çabuk barıştığınızı. Su-i zandan habersiz oluşunuzu. Yalan söyleyince sırtınızdan süzülen teri, çocukça bir muzırlık yapmaya kalkıştığınızda elinize yüzünüze bulaştırışınızı…

Ne kadar masum değil mi, hatıralarınızdaki o çocuk. Ne de cömert, ne çok şefkatli, ne kadar samimi ve ne büyük bir insan…

Gözlerinizi açtıysanız, masumiyete dair esas aldığım tanımı verebilirim artık. Fıtratımıza kodlanmış bu servet, İslami idrake sahip herkeste mevcut.

Hepimiz; bir hata miktarı uzaklaşıyoruz bu servetten, bir tevbe miktarı yaklaşıveriyoruz.

İş ki, çocukluğumuz yâdımızda solmasın, gözlerinden o servetin ışıltıları taşan çocuklarımızla bağımız kopmasın!

Zira çocukluk, bize yaratılışımızdaki masumiyeti hatırlatacak en yakın safhadır! Ve her birimizin çocuk yanı masumiyetimizin izharıdır!

(Devam edecek inşallah.)