İnsanın insanda alçaldığı bu çağ, insanlığın bitişini alkışlamakta… Maddi kaygısı olmayan doyumsuz kesim, beyin kontrolü için savaşmakta, diğeri de ekmek ve su için mücadelede...

Bir uçta özgürlüğün fantezi tezleri, diğer uçta yoksulluk çığlıkları, bunalımlar, intiharlar... Kaosun nedeni birbirini anlamayan iki zıt kutbun hırsları ve öfkeleri. Varlık ve yokluğun birbiri ile çarpışması.

Artık bu nasıl bir çıkmazsa; lüks hayatın teminatını veren kol, çaresizliğe de kucak açmıştır. Zorunlu olarak ya da yüksek refah hayaliyle birçok insan Avrupa’ya sığınmakta. Kimisi kamyonlarda, kimisi tekne ve botlarda aileyi, hatıraları geride bırakarak umut yolculuğunda.

 Bu yolculuk binlerce mültecinin yolda hayatını kaybetmesi demek. Onlardan geriye hafızalardan silinmeyecek kareler kalır. Kıyıya vuran cesetler, devrilmiş botlar ve çocukların sırt çantaları. Aslında geriye tek bir şey kalmıştır, utanç…

İnsan hakları, fikir özgürlüğü adı altında “mağdurun ve muhalifin yanındayım” diyen Batı, alt zeminde göç politikasını hazırladı. Tarih boyu ucuz insan gücünden beslenen Batı, bugün göçmen ülkeler haline gelmiştir.

Syria ( Suriye) yazılı kâğıdı havaya kaldırarak kırmızı ışıkta, parklarda, köprü altlarında ekmek parası isteyen mülteci kadınları, çocukları gördükçe, benim gibi insanlıktan utanan çok kişi vardır eminim. Artık dünyanın rengi, utanç…

Bebek arabası, poşetin içinde yiyecekler ve yere resim çizen çocuk… İşte bu tablo ülkesizliğin, evsizliğin, kimsesizliğin özeti...

Bir mültecinin anılarını dinlemiştim yıllar önce. Demişti ki: “Süslü hayallerim vardı. Yırtık ayakkabılarımdan kurtaracaktı Avrupa kapısı beni, heyecanlıydım. Sınırı aştığımda, çocuklarım medeniyet görecek diye seviniyordum. Ne acı ki, aşağılayıcı bakışları hissettiğim an, anladım mülteci olduğumu. İşim, arabam, evim olsa da o günden sonra, ben bende hep mülteci kaldım.”

Pakistanlı yazar Mohsin Hamid, “Haydi, yabancılara özgü ‘İzleniyorum’ duygusundan kurtulun” dese de her mülteci, kalbinin bir köşesini o “izleniyorum”a demirlemiştir.

Fransız gazeteci Laurence, yabancının iç baskısını bir kitap tanıtımında dile getirmiş.. Vatansız yazar Andrei Ivanov’un Danimarka’daki iki mültecinin destanı “Hanuman’ın Yolculuğu…” Danimarka’ya inen ve göçmen kamplarında dolaşan biri, diğeri Estonyalı iki sürgünün macerası anlatılıyor.

“İğrenç bakışlarla her zaman sana bakıyorlardı. O bakışı sürekli hissettim. Çok özel bir bakış. Kalabalığın içinde, sokakta, pencerelerde süzüldüğünü hissediyorsunuz. Tabeladaki yazı gibi seni deşifre ediyorlar. Seni bir kutuya koyamaya çalışıyorlar, sınıflandıran bir bakışla.” Kimileri için yaşamak, yabancı memlekette bakışlarla ezilmektir.

2008 Ocak ayı, Paris’te oturum almak için girdiğim sırayı asla unutamam. Üşüdüğümü bile unutmuştum o utanç tablosunun karşısında.

 Yüzlerce kişi gecenin üçünde, dördünde valilikte toplanıp kuyruk oluşturuyor. Soğuk, yağmur, açlık dinlemeyen mültecilerin içeri giriş saatinde, polis kalkanlarıyla durdurulması, itiş kakışlar, son ses bağrışlar, bebeklerin ağlama sesleri ve görevlilerin ellere tutuşturduğu umut kâğıdı, ‘tike’ler… Yabancı memleket bu işte...

Bugünün penceresine şöyle seslenmekte Ahmet Arif: “Bu zindan, bu kırgın, bu can pazarı/macera değil. Yaşamak, sade yaşamak...”