Yazılandan, çizilenden anlıyoruz ki derinlikli okumanın, okunmanın tarih boyunca pek fazla talibi olmamış; tıpkı bugün olduğu gibi…

Bu durum hakikatli okumanın, ilmin insanı ne derece erdemli, ayrıcalıklı kılacağının açık bir deliliyken, aynı zamanda nasipsizlerin de hiçbir zaman farkına varamayacakları büyük kayıplarına işaret eder…

İfade etmeye çalıştığım hakikat, bütün insanlık için geçerli olsa da merkezimize, Rabbinden aldığı ilk emir “oku” olan bir dinin mensuplarını aldığımızda, öyle zannediyorum ki mesele sadece okumamanın getirdiği cehalet ile sınırlandırılamaz; bir emre “itaat” sorgulamasını da beraberinde getirir…

Ekranın hayatımıza girmesiyle birlikte zaten azınlık olan okur kitlesinin çok daha farklı sorunlarla birlikte, çoğalan bir azalmayla yüzleşmek zorunda olduğunu ifade edebiliriz…

İzlemenin/izlenmenin öne çıktığı bu “ekran çağı”nın asıl krizi, az ama dikkatli, eleştirme kabiliyeti yüksek belirli ekol ya da okul mensubu, tutarlı bir ilmi örfe mensup kitle için çok daha dramatiktir…

Kim ve ne için yazıyorlar?

Asıl zihinsel, fikirsel izleklerin ekranlardan akan görüntü fırtınasının tozu-toprağı ile silindiği, silindiği için de çölde pusulasız dolaşan “şaşkınlar” güruhuna döndürdüğü kitle “okuyorum(!)” diyenleri temsil ediyor sanki…

Ekranda “var” olmayı arayan ve unvan fetişizminin şehvetine kapılmış bir “ilim” ehlinin hali, normumu, formunu kaybetmiş, her biri kendi başına bir “ekol/okul” olmuş, “müzakere mi, mücadele mi, kavga mı” yaptığı belli olmayan tartışmacıların hali, kafaların ne denli karışık olduğunun en güzel ispatı değil mi? 

Bu fırtınada -zorda olsa- hala iz sürmemizi, bir avuç izleğini şaşırmamış hakikat yolcusuna ve hiç kuşkusuz, koruması bizzat Sahibinde olan Kur’an’a ve onu getiren Elçiye borçluyuz…

Bilginin her yerde olduğu ama istifade edeninin az olduğu bu hazin tablo bir “oku(n)ma krizi”  değil de nedir?

İzlerken zihninin pasif “alfa” modda olduğunu, beyin dalgalarını izleyen nörologlar söylüyorlar; okumanın zihinde meydana getirdiği aktifliğine vurgu yaparken… 

Ekran çağı insanın bir paradoksunun hakkını yemeyeyim; her ne kadar içselleştiremesede, usul içeren yanı olmasa da, her gün ciddi bir okuma yığını ile boğuşmak zorunda…

Sosyal medyada bilgi ufantısına dönüşmüş bilgiler ve büyük fikirlerin sadece zirvesine sürtünüp geçmiş aforizmaları kastediyorum…

Alkış peşinde koşan, künhüne varamadığı sözleri, sadece sayfalarını süsleyen mücevher konumuna indirgeyen ekran severler, bu görgüsüzlüklerini yaşam tarzlarıyla ele veriyorlar…

Hayatında hiç altın madenine inmemiş, meşakkatini çekmemiş, bedelini ödememiş ama mücevheri caka satarak üzerinde taşıyan bir “sonradan görme” durumu, maalesef “oku(n)ma”nın da başına gelmiş durumda…

Ekranın kes-yapıştır özeliğini, kendi kurnazlığına alet eden bu “sonradan görmeliğin” en çok sırıtacağı, iğreti duracağı yer ilimdir; ama cahil, sonradan görme, “güya okur” düştüğü bu komik halin farkına bile varamaz; belki de onu kurtaran, farkına varmasını sağlayacak, halini yüzüne vuracak ilim insanındaki nezakettir…

Öyle ya, başlık okuyarak gerisini anlayan, gözüne bakarak da insanı tanıyan bu yeni kuşağın, “yorum kabiliyeti”nin vehimle dolduramayacağı boşluk var mı?

Krizi gören ve sızlanan ise yine hakkıyla okuyan ve yazanlardır maalesef…