İnanmış bir insanın bütün bir dünyayı değiştirebileceğine her vakit inandım ben. Ve buna inanmak hiç de zor olmadı esasında. Zira dünya nasıl değiştirilir, nasıl güzelleştirilir, adamlık, insanlık, şeref ve haysiyet toprağa nasıl yerleştirilir ecdat dünyaya çok güzel anlatmıştı bunu. Ve onların hatıraları halen dahi anlatıyor bunu. Dünyaya adamlığı da insanlığı da merhameti de ve haysiyeti de bizim dedelerimiz öğretmişti. Şimdi de bu miras bizim ellerimizde. Yine ve yeniden bu derde düşmek zorundayız. Aslında tarih de bize bunu öyle güzel gösteriyor ki. Ecdadımız inanmanın en büyük meziyet olduğunu, en kavi kuvvet olduğunu ve en mukaddes emanet olduğunu bize bıraktıkları şanlı miraslarıyla gösterdiler hep. Lakin biz belki de görmüyoruz. Zira çoğu zaman görmek için bakmak gerekir. Eski bir misalde de dendiği gibi “köre nedir köre ne! Görenedir görenedir görene…”

Ben inanmış adamların şöyle başları dimdik ve kendinden emin bir halde olmaları gerektiğine inananlardanım. Öyle sinmiş, susturulmuş ve pısırık bir halde görünmek benim dünya görüşüme ters. Sırf uzun yıllar boyu bir kenarda bırakılmış olmakla üzerimize yapışan bu garip kompleks beni olabildiğince rahatsız ediyor.

Adam bir yerden çıkıp da kendinin bile aslında kabul edemeyeceği kadar saçma düşüncesini haykıra haykıra savunurken bizimkiler haklı ve makul fikirlerini söylemekten çekiniyor.

İşte tam burada soruma cevap buluyorum ben. “Güçlü kimdir?”

Güçlü inanandır bence ve güç inanmaktır.

Unutmak bazen güzeldir belki ama unutulanların da -unutulmuş olsa bile- kazandırdıkları yok mu insana? Tamam, bazı şeyleri unutalım lakin unutulmaması gerekenler de az değil bence. Şimdi ise çoğu unutulup azı hatırlanır durumda eskilerin. Ama ben yine de her hatıranın unutulmaya başlandığı vakit daha şiddetli hatırlanacağına inanıyorum dalgaların ne kadar geri çekilirse o kadar hızla geri geleceği gibi. Maziyi en unuttuğumuz anda onun hep bizi seyrettiği bir seyyareden yıldırım gibi tekrar bu topraklara düşeceğine inanıyorum. Geçmişini unutan insan hafızasını kaybetmiş gibi… Zamanımızda öyle çok var ki bu insanlardan.

Geçmişini anına feda edenler, kurban edenler bilmem hangi gafletin çocukları. Ben hep onları elindeki altınları verip de parlak camları, plastik incileri alan o kızıl deriliye benzetmişimdir. O kadar masum ama o kadar gafil… İkincisi doğru lakin birincisi tartışılır. Eski ve yeni… Neden birini reddetmek zorundayız. Hani şu malum hikâye geliyor aklıma; deve cevap veriyor ya “Hiç düzü yok mu bunun?” diye. Yok, mu gerçekten?

Farklı zamanlarda böyle cümleler kurup da derdimi anlattım. Şimdi bakıyorum da zaman farklı belki ama dert aynı. Pek çok değişiyor ama bu yazdıklarım değişmemiş ve değişmiyor.