“Üzerinde güneşin batmadığı” bir hegemonya olan Britanya, 20. yüzyılın başlarında Filistin’de kendisini ince hesaplanmış stratejik bir planın içinde buldu. O dönemde İngilizler, sömürgelerinin bulunduğu Ortadoğu’da kendi nüfuzlarını sürdürmek amacındaydılar. Böyle bir ortamda eski Britanyalı siyasetçi Balfour’un ismiyle yayınlanan bir bildiri bölgeyi derinden etkiledi.

Balfour Deklarasyonu, Birinci Dünya Savaşı sırasında Amerikalıların desteğini almak isteyen İngilizlerin Amerika’da yaşayan Yahudilere hoş gözükmek ve Amerikalıların savaşa girmesini sağlamak amacıyla hazırlanmıştı.

Balfour Deklarasyonu, Yahudilerin tarihi bağlarından kaynaklı Filistin’de hakları olduğunu anlatmış, İngilizlerin bu yönde çaba göstermesi gerektiğini savunmuştu. Bu doğrultuda İngiliz mandasının yaptığı açıklamalarda bölgenin asli unsurunun Araplar olduğu inkâr edilmiş, yazılan metinlerde “Arap” kelimesi hiçbir şekilde kullanılmamıştı. Aksine bölgedeki Yahudilerden ve onların haklarından bahsedilmişti.

İngiltere, 1917’de Balfour Deklarasyonu ile Yahudilerden yana olan tavrını net şekilde ortaya koymuştu. İngilizlerin ilk Filistin’e atadıkları Yüksek Komiser’in Yahudi olması sağlanarak Yahudi göçleri organize edildi, mevzuat buna uygun şekilde planlandı. Yahudi nüfusunun Filistin’de artmasında İngilizlerin katkısı peyderpey gerçekleşiyordu. Özellikle nitelikli Yahudi nüfusunun bölgeye göçü bir devletin kurulması için fazlasıyla önemliydi.

Aynı şekilde Yahudi diasporası tarafından önemli ekonomik desteğin gelmesi de bir devletin kurulmasında kolaylaştırıcı etki yaptı. İngilizlerin manda döneminde Yahudilerle kurmuş oldukları olumlu ve destekleyici münasebetler kendi nüfuzlarını bölgede sürdürme stratejisi çerçevesinde hazırlanmıştı, fakat Yahudiler de kendi devletlerini kurma hazırlığı derdine düşmüşlerdi.

Dünyanın her yerinden göçlerle Filistin’deki nüfusları artan, belirli bir zenginliğe ulaşan, nitelikli insan gücüne sahip Yahudiler artık belirli bir güce ulaşmışlardı. Kendi devletlerini ilan etmek için kimseye ihtiyaçlarının kalmadığını düşünen Yahudiler, İngilizleri de hedef görmeye başlamışlardı. Yahudi çeteleri İngilizleri öldürüyor, korkunç vahşet olayları gerçekleştirerek İngilizlerin Filistin’i terk etmelerini amaçlıyorlardı.

Öyle olaylar yaşanmıştı ki manda sonrası en son Filistin’den ayrılan İngiliz idareciler anılarında “arkamızda bir savaş bırakıyoruz ve eli boş yurda dönüyoruz” benzeri cümleler sarf etmişlerdi. Böylelikle İngilizler kaçarak Filistin’den ayrılmak durumunda kaldılar. Apar topar bölgedeki yönetim meselesini Birleşmiş Milletler’e devretmekte çareyi buldular.

Önceleri bölgede gücünü artırmak isteyen Yahudiler bunu sağladıktan sonra bir devletin kurulabilmesi için kaos, belirsizlik ve çatışma ortamına ihtiyaç duymuşlardı. Bu sebepten İngilizlerin hızlı bir şekilde Filistin’den ayrılmalarını sağlamış ve İsrail’in kuruluşunu gerçekleştirmişlerdi. 1947 BM Taksim Kararı ile İsrail’in kuruluşu ilan edildi. Bu kararın Araplar için bir savaş sebebi olduğu öngörülüyordu.

Beklendiği üzere daha sonra Araplar ile Yahudiler savaştı ve sonuçta Yahudiler galip geldi. Böylece İngiltere’nin bir anlamda sebep de olduğu Filistin’deki şiddet sarmalı artarak devam etti. İngilizler ise ardına bakmadan “Zararın neresinden dönersek kârdır” mantığı ile bölgeden ayrıldı ve bir asırdır devam eden çözüme muhtaç bir sorununun arkalarında kalmasına neden oldular. Bu stratejik öngörüsüzlüğü veyahut öngörüyü de haftaya yazacağım.