“Bizimkisi yaşamak değil yaşlanmak” diyesim geliyor şöyle başımı çevirip de etrafa bakınca. Ya da ne bileyim dünyanın bu zamanın ve bu halinde yaşıyor olmak talihsizliği belki de.

Bunca betonun, bunca sesin, gürültünün ve kalabalığın içinde yaşıyor olmanın bize kazandırdığı ne var ki? Devamlı bir yerlere yetişmeye çalışan, hayatı bir saatin ve hatta bence topyekûn rakamların esaretinde kalmış, sürekli yorgun ama yorulduğunun dahi farkına olmayan, sürekli kırgın ama kırıldığını bile anlamayan, birinin hüznünün derdini çekmeye üzülmeye bile vakit bulamayan, olduğundan başkası gibi görünmek için çırpınan ama onu da başaramayan insanlarız.

Sessizliği duyabilmek için ya da ne diyeyim şöyle gerçekten sessiz bir ortam bulmak için ne kadar gayret edersek edelim başarılı olamıyoruz. Çünkü yok. Hep bir ses, hep bir gürültü hep bir yerlerden gelen uğultular… Sessizlik yok ya hu! Garip değil mi? Sessizlik kayıp.

Ya da şöyle bakıp da beton görmeden izleyebileceğimiz ne kadar az yer var. Ağaçları, yeşili, maviyi, suyu, denizi işte şöyle gerçek haliyle seyredemeyen insanlarız. Göğe baksak yıldız yok yere baksak toprak yok suya baksak sudan başka her şey…

Ve bunun adı yaşamak öyle mi? Bence değil.

Böyle durumlarda ve çoğu kez kendimi bu zamana ve bu dünyaya ait değilmiş gibi hissediyorum. Kaçmak, kurtulmak mümkün olmayacaksa da insanın içinde durduramadığı hep bir firar duygusu var.

Ama “Nereye gitsem de kurtulsam?” diye sorular zihnimde. Cevabı hep bir mecburiyetin kıskacında. “Ama çalışmalıyım, ama yaşamalıyım, ama para, ama dünya” ve arka arkaya onlarca “ama” elimi kolumu bağlıyor.

Eski zamanlarda yaşayıp da sessizliği duyabilen, yeşili görebilen, denizi seyredebilen, şöyle gerçekten bir yerlerde oturup da dinlenebilen insanlara cidden imreniyorum.

Çok sıkıldım her bir yanda motor sesi duymaktan, ne tarafa baksam beton yığını görmekten çok sıkıldım. Dünya böyle bir yere dönüşürken bize ne kazandırdı ki? Ya da böyle büyük şehirlerde yaşamak gerçekten yaşamak mı yani?

Benim kanaatimce Anadolu’da bir köyde, ıssız bir dağ başında koyunlarını otlatırken sırtını bir ağaca yaslayıp isli demliğinden demlediği çayını yudumlayan ve koyunlarını seyreden çoban benden bin kere daha iyi yaşıyor. Pınardan akan suyu içip harman yerine sırt üstü uzanmış ve göğe bakan küçücük bir çocuk benden bin kez daha çok görüyor. Bir kış günü odun sobasını yakıp sadece yanan odunların çıtırtısını işiten biri benden bin kez daha çok duyuyor.

Ezcümle bu yaşamak, yaşamak değil.