Yıllar önce bir gün Seydişehir yolu üzerinde bir cami kenarında soluklanmak istemiştim. Caminin çevresini kapalı bir havada sessizce süpüren, kendince temizliğini yapan daha on yaşına basmamış bir çocuğa rastlamıştım. Yaklaşık on yıldır görüşmeye devam ettiğim camiye ait küçük bir yerde kalan sekiz çocuklu Suriyeli aileyi o çocuk vesilesiyle o gün tanımıştım.

Devletlerin ya da örgütlerin dâhil oldukları savaşları yazarken, alternatif stratejilerden bahsederken şiddetli çatışmaların en çok mağdur ettiği mazlum halkları, onların yurtlarını terk etmek zorunda kalışlarını yazmaktan bilinçli şekilde imtina etmiştim. Mültecileri konuşmak onları nesneleştirmek gibi gelmişti, bu durumu hicap vesilesi görmüştüm. Hissetmekten uzak entelektüel bir uğraş ve ötekileştirme gibi algılamıştım. 

Yakın dönemde yurdumuzun en batısında ve doğusunda olmak üzere iki mülteci kampını ziyaret ettim. Ailelerle tanıştım, sohbet ettim, uzun gıda kuyruklarına şahit oldum. Sadece Suriyeli değil birçok farklı milletten misafirin ağırlandığı bu kamplarda gördüklerim bana en acı olanın ise duymamak, görmemek, hissetmemek olduğunu gösterdi. Kanıksamak, umursamazlık ise en vahim olanıydı. Gözümüzün önündeki zorbalığı ve ölümleri unutturacak o kadar çok hayat meşgalesi vardı ki yurtlarından zorla göç ettirilen muhacirleri düşünmeye sıra gelmiyordu. Her yıl hemen şuradaki Akdeniz’de birkaç bin mülteci yeni bir yaşam umuduyla çıktığı yolda boğularak hayatını kaybediyordu, ama biz Aylan bebeği bile unutmuştuk. Dertlenmek, hatırlamak, hatırlatmak ve unutturmamak için yazmak gerekiyordu.  

Bazıları kendince bir takım bahaneler öne sürerek bu mazlumların kendi yurtlarında kalmaları gerektiğini düşünebilir. Kendi ülkelerinde kalıp cesurca savaşmaları gerektiğini söylemeyi tercih edebilir. İnsan canının değerli ve dokunulmaz olduğuna inanan bu yurdun insanları ise hesapsız merhamet göstererek zulme uğramış halklara tarih boyunca hep kucak açmayı seçmiştir. Sloganik kolaycılığı reddedip korkunun dahi insani bir haslet olduğunu düşünerek yardım etmeyi benimsemiştir.

Ülkemizde çoğunluğu Suriyeli 4 milyon civarında mülteci yaşıyor. Bulunduğu ülkede kalmaya devam ederse zulme uğrayacağını düşünen, bu yüzden başka ülkelerin koruması altına girmek için göç eden kimselere mülteci deniyor. Ölümden kaçarak yaşam arayışı içerisinde olan insanlardan bahsediyoruz. Bu insanların sorunları hakkında 20. yüzyılda birçok hukuki düzenleme yapıldığı halde pratikte gelişme pek sağlanamadı. Zulme uğrayan insanlar “nefes almak” için doğup büyüdükleri yerleri bırakıp asgari koşullarda yaşayacak yurtlar aradılar. Arzın geniş, içinde yaşayan insanın da merhametli olduğuna inandılar. Oysa onlar için ne arz geniş ne de merhametiyle kucak açan bir dünya vardı ortada. Aksine sınırlarından giremesinler diye metrelerce duvar ören ülkeler, sınır kapılarında silahlarıyla bekleyerek onları kovan yönetimler mevcuttu. ‘Üç maymunu oynamak’ adet haline gelmişti. Her şeye rağmen Türkiye, insani gerekçelerle elini taşın altına sokarak dünyada en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülke olmuştur. Bugün olduğu gibi tarih boyunca da mültecilerin “nefes alma” yurdudur Türkiye. Bu tarihi gerçeği de haftaya yazacağım.