Hani öfkesiyle tanınan o güçlü halife eline kılıcını almış ve yüksekçe bir yere çıkıp da ünlemişti: “… ölmedi! Öldü diyeni şu kılıçla doğrarım!” Bunun üzerine, adından önce sanı gelen, Sıddık olan aynı kalabalığa dönüp: “O'na inanıyorsanız bilin ki o ölmüştür! Eğer Rabbinize inanıyorsanız imanınıza sahip çıkın; her nefs ölümü tadıcıdır” yollu sözlerini söyleyip geri çekildiğinde...

Daha gencecikken Hicret gecesinde O'nun yatağına yatıp ölüme kendi canını sunan ne yapmıştı?
Yıllar öncesinde: "Sen toprağa bulanacak olansın, senin adın toprağın oğludur" demişti, Rabbine kavuşan, Ali için.
Toprağa bulanacağı güne kadar ne yapacaktı? Ömer gibi hiddete mi kapılacak; Sıddık olan gibi sebat mı edecek; Osman gibi mahremiyete ve ibadete mi verecekti canını?..

Dünyada bazı yalnızlıklar zehir gibidir. Kimi yalnızlıklar ise baldıran zehri gibidir; usul usul tene nüfuz eder, insan kendi ölümünü izler.
Meryem yalnızlığı nasıldır? En yakınındaki dahi onu anlamak istese bile Ebu Bekir imanında olmalı ki "Meryem'den hayâsızlık sadır olmaz!" deyip sahiplenmeli. Öyle ki olmayan olmuştur; ağır bir mucize tam da rahmine düşmüştür. Meryem, insanlardan yana yalnızdır. Yediği hurma, içtiği su Rabbinden gelen sunulardır. Eyvallah. Duyduk, okuduk ve iman ettik. Lakin, bir insan olarak yalnızlığında o tatlar nice lezzet vermiştir diline? Belki de boğazına yumruk gibi oturdu tüm nimetler o yapayalnızlığında.

Medine'de güneş doğmakta, Medine'de güneş batmakta. Her kul konuşuyor; bir kul müstesna. O müstesna güzel batan güneşin ardından bir hilal gibi doğmaya ar ederken; dostunu, yoldaşını, refikini, yol göstericisini, uğruna ölümlere gittiği Sevgililer Sevgilisini, dünya hayatının hem geçici hem de nice değerli olduğunu öğrendiği hocasını uğurlamıştır sonsuzluk kervanına. Ali, imamdır, ilmin kapısıdır, Peygamber (sav) damadıdır; nihayetinde o da dostu için gözyaşı döken ve hasretlik duyan bir ademdir. Bir insan, ömrünü dolduran güneşin gidişiyle ne kadar fakir ne kadar yalnız ne kadar biçare kalırsa... O gün, belki de en çok Ali yandı yapayalnız kalmışlığına. Her ne kadar "görmediğime inanmam!" diyecek denli perdelerin ötesine erse de bakışı; o da bir insandı. O'nun, o günden toprağa bulandığı güne kadar geçen sürede yüreği nice yandı "Anam babam sana feda olsun Ya Muhammed(sav)!" diye ünlediği can, gönül, yalan dünya yoldaşına? Bilinmez.

Lakin bildiğim bir şey var; Ali yalnızlığına düşmek Adem ile Havva'nın yüzyıllık ayrılığı, Hz. Meryem'in kucağında İsa Efendimiz’le Kudüs'e girişindeki yalnızlığı denli yakıcı bir yalnızlıkta.

Ali, mescide çekilip, “ben namazdayken alın o oku bedenimden,” dediği hale geçtiğinde belki unutabiliyordu kâinatın güneşinin sadece Medine'yi değil kainatı terk ettiğini. O yalnızlık, bir kulun kaldıracağı ağırlıktan çok öteydi.

Resulü Ekrem buyurdu: “ Allah bana, dört kişiyi sevmemi, kendisinin de onları sevdiğini söyledi. Ali ve Ebu Zer ve Mikdad ve Selman…” Dostlarımızla yan yana geldiğimizde, bir kere Efendimizin, bir kere de Ali efendimizin adını anarak ayrılsak o sohbetten… İnanıyorum ki Efendimizin pâk güzelliği saracak yüzümüzü, Ali efendimiz yalnızlığımızı alacak, insan olduğumuza sevineceğiz.

Müminlerin Emiri: “Dünyanın nimeti fani olduğu gibi, mihneti de geçicidir,” buyurmuş. Bu sebepten olsa gerek bu dünyanın garibiydi o. Yabancısıydı. Tutunduğu Allahın ipi olan elbet bu dünyada yalnız kalacaktı.
Nereden geldi aklıma?...

Kurban ve Ramazan Bayramı her gelişinde dünyanın üzerine bir Ali yalnızlığı çöreklenir ve çöle keser dünya. Ali yalnızlığından bir pay da bana düşer; bayramı bayram olamayan insanların o çar naçar hallerinde kalbim sızlar.
Nusret Fatih Ali Han hepimiz için söylüyor: Hak Ali Molla…