AldousHuxley, ‘cesur ve yenidünyada’  bağlılığın devamıyla konuşmuş bir yazardır. Bu öngörü yüksekliğinde oturmamış taşlar var sanırsınız, oysa o zekâ ve kelime gücüyle bugüne ışık tutmuş biri.

‘‘ Mutluluk ve erdemin sırrıdır; yapmak zorunda olduğumuz şeyleri sevmek. Tüm şartlandırmaların amacı budur: İnsanlara, kaçınılmaz toplumsal yazgıları sevdirmek.’’ Huxley, kendimizle konuşmamızı istiyor.

 Bugünün sevgi kelimesinde bir sapma yaşadığımız, hepimizin kabulü. Dün de farklı değildi.

Hücrelerimize kadar hissediyoruz sevgisizliği bazen. Üşüyoruz, canımız yanıyor, susuyoruz. Kirlettiğimiz sevgi için ağıtlar yakıyoruz. İnsan kendinden ne ister dedik mi hiç?  Diyemeyiz, çünkü çözüm bizi korkutuyor.  Neden mi para ve çıkar kavgası bitsin istemiyoruz?  Abartılı hayat ve şehvete düşkünlüğümüzden olabilir mi cevap. Burası suskunluk sınırı!

Güç piramitlerinin içinde sevginin bir ürün gibi pazarlanışı, midemizi bulandırsa da boyun eğiyoruz sisteme.

Nurettin Topçu şöyle der: ‘İnsanlık cevherimize yakışmayan her şey bize zulümdür.’’ Sahi ne zaman durduracağız kendimize zulmü?

Adapte olmaya zorlandığımız şeylerin altını kazıma ihtiyacı duymamak için, gözlerimizi kapatıyoruz. Menfaat ve çıkarlarımız tarafından yönetiliyoruz. Ruhumuzun hasta olduğunu bilelim.

Biz insanlar, yani hırslarının kurbanı olmuş canlılar, mutluluğu alışkanlıkların kılıfı olarak görenler, bencilliğimizle övünmeyi bıraktığımızda;  içimizde yeniden doğu kültürünün çocuklarını büyüyüp gelişecek.

Batının entelektüel tiplemesini yok ettiğimizde, onların güç makyajını sildiğimizde ancak kendi gücümüze odaklanabiliriz.

İnkârcılık, ruh sefilliğidir, Sıyrılmamız gerek, göstergesi ahlaksızlık olan meta dünyasından.

Geride bıraktıklarımızı yeşertemesek, idealler ve umutlarımızla kendimize bir hedef seçmezsek, değerlerin körleşmesini yaşarız.

Kendiyle kavgasını bitirmeyenler, öz benliğinden sıyrılmayı marifet sanırlar.  Duygu, düşünce, his ve aklı birlikte yürütemeyenler; iç kodlarda koordine olmayı ret ederler. Tüketim ve değer kaybı ile monotonlaşanlar, sisteme kukla olmakla da gurur duyarlar.

Hızla değişiyoruz  değil, değiştiriliyoruz. Bugün Kurulan şehir mimarisi ve işleyiş sistemi modern köleleri doğurmakta. Ve şikâyet edemiyoruz. Ezilirken ezmek, kazanırken kaybetmek, dikte edildi bize.

Yitik nesil emanet edeceğiz geleceğe, değerleri iflas etmiş materyalist bir nesil.

Oysa biraz geriye bakıp, silkelenebiliriz.  Gen çağının kirliliğinden, saf ve temiz halimize doğru yolculuk yapabiliriz istersek.

Ne mi var geride? Masumiyet. Yokluğa rağmen huzur.  Ekilip, biçilen toprak ruhuyla birleşmek var. Toprağın nasırlı ellerle bestelenişi var.

**

Yağmur ardından o toprak ve ıhlamur kokularının arasında sokak arasından tiz bir ses yükselir: Nayloncu geldi.  Eskici geldi. Eskiciii.  Önce çocuklar toplanır eski yok mu diye bağırmaya devam eden adamın başına.  Ah!  Çocuk günlerimiz, mutlu halimiz, hayallerimiz…

İpin ucuna bağlı kullanılmayan eşyalar tartıldıktan sonra, sanki kuyumcudan altın alınırmışçasına, o hevesle plastik kaplar seçilir. Bir başka diğeri başka ayakkabıları giyen dağınık saçlı çocuk, gülümsemeye başlar elindeki sakızı arkadaşlarına uzatarak. Paylaşmanın sevgi olduğunu bilirdi o dönemin çocukları. Eskicinin para üstü, sakızdır geçmişteki adıyla çiklet.

Bon bon şeker, sürpriz yumurta, çikolata ile büyümüş bu devrin çocukları eskiciyi değil, geri dönüşüm kutularını bilecek doğal olarak.   Saklı anıları da olmayan çocuklar hazırcı, huzursuz bireylere dönüşmeye başladı bile. Teknoloji medenileştirirken, manevi cepheyi ilkelleştirdi. Boğuluyoruz, çırpınıyoruz, sevmekten korkuyoruz.

Bugünün penceresine şöyle sesleniyor Nietzsche: ‘’Ben bana yoldaşlık etmeksizin yalnızlığımı çalanlardan nefret ederim.’’ Kalbinize emanetsiniz.