Elif kuşağı” sözcüklerine, ilk defa Diriliş Postası’ndaki spotlarda denk geldim. Hatta bu sözcüklerin ihtiva ettiği manayla ilgili, gazetenin Genel Müdürü Sayın Orhan Pekçetin’le de konuşarak, bu fikri ortaya atanı tebrik etmek gerektiğini belirttim. Çünkü bende çağrıştırdığı mana o kadar genişti ki; “Asr-ı Saadet’teki ruhun, günümüze aksi” şeklinde bir tabir kullansam yeridir.

Daha sonra araştırdığımda gördüm ki; Ülkemizin mümtaz yazarlarından Yusuf Kaplan’ın da, buna benzer bir çalışması var. Hatta kendisi Medeniyet Tasavvuru Okulu (MTO) ismiyle fikrî bir platform oluşturmuş. Sanırım icrası internet üzerinde olan bu gayretin, on binlerle ifade edilen taliplileri var. Yusuf hocam, evinde beni misafir ettiğinde, bu konuyu beraber tahlil ederken; gözlerindeki parıltıya bizzat şahit olmuştum.

YEĞENİM LEVENT’E ANLATTIĞIM HİKAYE

Geçtiğimiz günlerde henüz 6 yaşında olan yeğenim Levent ile aramda geçen bir sohbeti, “Dindar gençlik nasıl yetişir” temennisine bir örnek teşkil etmesi için paylaşmak isterim: O gün Levent sabah namazına kalkmıştı. Kendisine “Sana bir hikâye anlatayım mı?” dedim. “Olur” cevabını alınca, başladım anlatmaya: Bir zamanlar, büyük bir Hâkim varmış. İki hizmetkârını yanına çağırarak onlara 24’er altın vermiş. Sonra da iki ay uzaklıktaki has çiftliğine ikamet etmeleri için göndermiş. Hizmetkârlara “Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Ayrıca oradaki meskeninize lâzım olacak şeyleri de satın alınız. Bir günlük mesafede bir istasyon var. Orada sermayenize göre bineceğiniz vasıtalar var. Unutmayın, bineceğiniz vasıta sermayenize göredir.” der.

“Hizmetkârlardan biri istasyona kadar bir altını harcayarak, efendisinin de hoşuna gidecek ticarette bulunup, parasını bine katlar. Diğer hizmetkâr ise bedbaht, serseri olduğundan, istasyona kadar yirmi üç altınını, zevk-ü sefa ve kumar için harcar. Elinde sadece bir altını kalmıştır. Arkadaşı ona der: “Yahu, şu liranı bari bir bilete ver. Ta ki bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerimdir. Belki merhamet eder, ettiğin kusuru affeder. Seni de hızla gideceğin bir vasıtaya bindirirler. Sen de çarçabuk davet edildiğin has menzile varırsın.” Bu adam inat edip o tek lirasını da bir define anahtarı hükmündeki bilete vermeyip, geçici bir lezzet uğruna zevk ve eğlenceye sarf ederse, akılsızlık etmiş olur değil mi?”

Levent “Evet” diye cevap verdi. Sonra devam ettim:


“Anlattığım bu hikâyedeki O Hâkim, Rabb’imizdir. O iki hizmetkârın biri mütedeyyin, namazını şevk ile kılan insandır. Diğeri de gafil, namazsız insandır. O yirmi dört altın, günün saatleri, dolayısıyla ömrümüzdür. İstasyon kabir, has çiftlik ise cennettir. O seyahat ise kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. O bilet ise namazdır. Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir.”

Sonra yeğenime hitaben, “Sen bugün sabah namazını kıldığın için, yemek yemen ibadettir.” dedim. Levent büyük bir şaşkınlıkla “Neden?” diye sordu. Ben de cevaben “Yemek yemezsen gücün kuvvetin yerine gelmez ve namaz kılamazsın” dedim. Bu cevabım karşısında Levent beni tasdik ederek düşünmeye başlamıştı. Devamında “Hatta uyuman da ibadettir!” dedim. Levent yine “Neden” diye sordu. Ben de “Erken uyumazsan, sabah namazına kalkamazsın” dedim! Bu cevabım karşısında Levent başını sallayarak hayretini gizleyemiyordu.

ÖNCE ÇOCUKLARIMIZDAN BAŞLAYALIM

Yazımızın başında bahsettiğim “x, y, z” kuşaklarından çocuklarımızı soyutlamak ve fıtratlarına uygun hareket etmelerini sağlamak istiyorsak, “Emri bil maruf ve nehy-i anil münker” vazifemize, evvela onlardan başlamalıyız.


Bugünkü yazımızın sonuna Hz. Ömer (r.a.)in sözleriyle noktayı koyalım: “Bir çocuğun; en büyük düşmanı, ona Allah’ı anlatmayan, onu tanıtmayan; onu ebedi dünyada kalacakmış gibi yetiştiren anne ve babasıdır.”

Selam ve dua ile
Fiemanillah

Spot: Son zamanlarda “x, y ve z kuşağı” şeklindeki tasniflerle karşılaşır olduk. Kimin, neye göre böyle bir tasnifi yaptığına da, henüz tam bir anlam verebilmiş değilim. Bu tasniften anlayabildiğim tek şey, gençlerimizi öz değerlerimizden soyutlamak ve dejenere etmektir.