‘‘Herkes herkese öğretmenlik yapıyor ve kimse iyileşmenin yolunun tam da kendinden başlaması gerektiğinin farkında değil.’’ İrade ve güç dengesinin,  insanın kendi sınırlarında nasıl muhafaza edilmesi gerektiğini anlatır, İsviçreli ünlü psikiyatrist Carl Gustav Jung.  Problem çözümü için, kendini gör der.

Çoğumuz yalnızlıktan, kırgınlıktan ve haksızlıktan yakınırız ve bu karanlık sokaklardan çıkışın, ‘kendimizi görme ‘ ile mümkün olduğunu bildiğimiz halde, iyileşmeye de gidemeyiz.  

İç dehlizlerde bazen barbar, haydut bazen de kendini arayan bir berberi, hep bir yara, acının şavkında kıvranma… Diğer şık ne biliyor musunuz? Kaybolma. Bu da derdi çoğaltır.  Sonrası,  "Öyle ezildi ki varlığım, bir çiçekle cezalandırıldım’’ diyen Baudelaire’in göğsünde açan, ‘ Elem Çiçekleri.’’

Bir şiir nerede başlar?

Kendini bilmediğin yeri yargıladığında mı? Ya da bildiklerini unutmak istediğin diğer yanında mı?  Başlayan şey biter oysa.  Ondan belki, bazı şairlerin şiiri, hiç başlamaz. Başlamadı da.  Tıpkı Baudelaire’in şiir gibi.  Kalp ve dil evinin çatısını, mısralarıyla ören şairin; tutkusu, hırsı, nefreti, neşesi hala içimizde taze.

O tükenmişliğin önüne şiir ile geçti, ıstırap dolu hayatında hep kendiyle konuştu. Dik başlıydı, asiydi, bir o kadar da şefkate muhtaç. Kendine ve çağına meydan okuyuşu ile Fransız edebiyatına yeni bir ses oldu.

Küfrü, çaresizliği, umutları, isyanı aşkı hep aynı masaya bırakıp gitmektir, şiir. Defalarca da geri dönmeyi denemektir. İki ayrı çizgide duyguları işleyen, beklemeyi öğretirken seni kendinle kaynaştıran, uzağa çekil derken yabancılığı yargılatan, kovmayı beceremeyen özetle seni kendine kavuşturandır, şiir.

Bu ikisi arasına hapsolanlar, vasat şiir yazar.

Baudelaire cesurdu, dertlerine alışmıştı, yalnızdı, kendi sıkıntısına sığınandı.  İmgenin şiire verdiği derinliği, ironiyi şiirlerinde ustaca işleyen şair; mistisizmi hissettirerek,  isyanını ve çarpık hayatını sıkı dizelerle teşhir etmiştir. Kilise ahlakına ters düşen yönü ile döneminde bir hayli eleştirilen Baudelaire,  uhrevi yolculuğunda yaşadıklarını, iç sıkıntı olarak adlandırırken; kendini uzak bir deniz dalgası olarak da, göstermeyi başarmış biridir.

Şöyle der  ‘‘ Kötülük Çiçekleri’’ :  Günahlarımız hoyrat, pişmanlıklarımız yumuşak/Suçlarımızı cömertçe bol bol sergileriz /Çamurlu yola güle oynaya gireriz. Şair, bir yanıyla günahla yüzleşen, diğer yanı isyanı alkışlayan olmuştur.

Baudelaire ve içimize, Gustav Jung’un şu sözü ile seslenelim mi?  ‘İnsan, teraziyi dengeleyen o küçük, ekstra ağırlığın kendisi olduğunu biliyor mu? Bence Yorumsuz kalalım buraya.  Belki o zaman düşünmeye de başlarız.

 Kendimizde toparlanamıyoruz.  Bir nevi kendimizi, kendimizden kovuyoruz?  Sanırım yara oluşu, yara kalışı da fazla seviyoruz.

Ben, içlerin lisanı, aşk derim şiire. Kavgamın, kaygımın, yakarışımın kendimce bende vücut buluşu, sorumlulukla tanış olma hali ve evveli kale biliş. Ama yetmiyor; ret ve kabul ediş arasında, duygulardan duygulara sıçrayışı dizginlemek şart. O ruh disiplini ile rüzgâra meydan okuyabiliyorsan, şiire susayış hızla artar.  

Bugünün penceresine şöyle sesleniyor Cahit Sıtkı Tarancı: ‘‘ Sonra baktım, ağlayacak tek bir omuz kalmamış. Bende koydum başımı kendi dizlerime ,doya doya ağladım’’ Kalbinize emanetsiniz..