Onca sene zalimlik okudum okullarında, yollarında, soluklanayım diye duldasına durduğum mekanlarında. Tedrisatım, terbiyem bitmedi yine de! Gün geldi merhamete dair iki satır öğreneyim diye çekildim ulu hocaların ve yetimlerin dizlerinin dibine; kâr etmedi, buldun beni saklandığım inzivalarda. Hasetin ve katlin farz olduğu bir dünyanın tam göbeğine çektin beni.

Yazdım; ağladım.

Sustum; sızladım.

Yandım; kavruldum.

“Dur!” dedikçe vurdun. Sen zamanın elindeki kırbaç gibi sırtımda her şaklayışında; ben dağ başlarını, on sekiz yaşında olmayı, kelimelerin ve gürültünün olmadığı kuytulukları özledim. Sevdiklerimin gömüleceği mezar yerlerinden geçtim, tarlalara izimi bıraktım, koyunların ve köpeklerin gözlerinden bir faninin gölgesiyle geçtim. İçli öyküler anlatan ihtiyar kadınların seslerini duydum zaman zaman... ama kulaklarıma “dinleme!” diye buyurdumsa da beni dinlemediler.

Yürüdüm; tozuna, çamuruna battım dünyanın.

“Toprak toprağı çekermiş,” diye bir söz kaldı ihtiyar kadınlardan bana. Azığım etim ve cılız ruhumdu. Kestim ciğerimi bir vakit sonra; onu verecek havarilerim hiçbir zaman olmadı. İyi ki olmadılar. Olsaydılar onların etlerine, heveslerine, cennet arzularına saldırırdım.

"Başkalarının hikâyelerini anlatanlar kendi hikâyelerini kimin sırtına bırakırlar?" böyle mi sormuştu adam, gözlerini kısıp? Başkalarının hikâyelerini anlatıyorum yıllardır. Kendi hikâyemdeki zalim ayak izlerini, hırslı pençeleri, katleden bakışları, yaralayan sözleri mesela bir mecaz romana, derdest edip yazının yaşlı hafızasına gömmüyorum. Ha bir de bıçak gibi bir söz vardı, insanın kemiklerini sızlatan; "Başkalarının yüklerini taşıyanlar yalnızca eşekler ve hamallardır," diye başlayan utandırıcı cümlelerle örülü...

Başkalarının hikâyelerinde, kusurlarında, başarılarında  kendimi aradım uzunca bir süre. Gün geldi, kendi hikâyem canımı yakmaya başladı. Belki de kendi hikâyemiz canımızı yaktığı için başka hikâyelerle demlenir, eseflenir, kahırlanır, güleriz. Sonra da o en eski eylemsizlik haline, miskinliğe geçer, unuturuz. Hatta “nisyanı veren Rabbe şükürler olsun,” deriz. Sahi, ne halt ettikte sonra unutmayı veren Rabbe şükürler olsun, diye gökyüzüne doğru ellerimizi açtık. Sıkı bir duamız olsa da gökleri inim inim inletseydi, arşı titretseydi ne olurdu?!

Başkalarının yaşamaktan kendini yaşamaya fırsat bulamayan nice sarsak ruhtan biri olmak… Ne öğrendim bundan? Ne olacak, duvarları bile aşamayan mıy mıy sözler ve Allah'ın yüreğini bırak; sokağın başına bile varamayan mırıltılar. Şevksiz işlenen günah da, şevksiz edilen dua da aynı dehlizde boğulmaya mahkum!

Her gün kendi etine, kendi ruhuna saldıran; başkalarını dikizlemek ve konuşmakla avunan bir insanın nasıl bir hikâyesi olabilir ki arafta çürümekten öte! Sahi, çürük et kokusunu duyabiliyor musunuz? Dünyanın üzerine boca ettiğimiz kokuda yaşamların birbirine dolaşmışlığı, rüyaların birbirine karışmışlığı... Kendine pusu kurmuş, iz canının katili insanların dolaştığı sokaklardan geçiyoruz; kısık sesli umutlar, fısıltılı kurtuluş cümleleri, ısmarlama cesaret hamleleriyle... Ah, afedersiniz kendime doğrultmalıyım silahı! Nasıl da hemencecik kaynaşıyor kelimeler; nasıl da hemencecik öteliyorum kendi hikâyemin ve özümün dışına kaza oklarını... Öyle ya "başkalaşmak ve ötekiyle kıyaslamak en pis alışkanlıktır!" Belki de bir yaşamı olmayanların, bir kavgası, inancı, amacı olanları kıyasıya kötülemeleri bundandır: O hayatlardan bir parça koparmak arzusu.

Yine uzun bir yolculuğa çıktım. Üstüm başım insan kokuyor. İnsan, arzusundan, hevesinden başka bir koku yok üzerimde; boş yere sarılma bana dünya! Etimden daha tatlı etler yedin! Bırak da yaralarımı sarayım, ağzının tadını bozmayayım.

Uzun bir yolculuğa çıktım ve uzaktan gürültüsü geliyor, fedakâr ve bir hayali olan insanlara bağıran hikâyesiz insanların…