“Kandilin kutlu olsun kardeşim!” dedi. Afalladım kaldım. Bizim Komünist Ahmet söyleyince nasıl afallamayayım!

Fakültedeki ilk haftamızdı. Bölümden gördüğümüz, selamlaşıp yeni tanıştığımız arkadaşlarla Edebiyat Fakültesi’nin o küçük bahçesinde oturuyorduk. O geldi. Selam verdi. Kafka’dan bahsediyordum. Kafka’ya kafa göz daldı. Sanki bana kafa göz daldı. Daha tanışmıyorduk. Kimsin, necisin demeden muhabbete girmiş, yeni tanıştığım arkadaşları yanına almıştı. “Haydi, İLESAM’a gidelim!” dedi bir arkadaş. Toparlandık. Biz arkada kalmıştık. “Ben Zeki, Kırşehirliyim” dedim, o da “Ben de Ahmet kardeş!” dedi. 93’ün güzüydü.

Boş bir amfi bulup Devletin İdeolojik Aygıtları’nı tahlil ettiğimiz sırada bizim bölümdekiler muhtemelen Eski Türk Edebiyatı 16. yüzyıl dersini alıyorlardı. Biz kendimize başka bir yol bulmuştuk. Alamut Dergisi’ni çıkarıyor, Enderun Kitabevi’nde toplanıyor, kitap fuarlarından güzel kitaplar aşırıyor, Kadıköy-Eminönü vapurunda sigara içerken Kant’a, Hegel’e, Kazancakis’e, Nietzche’ye, Markas’a epey laf atıyorduk. Sanırım hayat bizim kıyımızdan akıp gidiyordu.

Daha bir ay olmamıştı ki Ahmet kayıplara kavuştu. O günlerde telefon da yok ki neredesin, diye soralım. Bir on gün sonra geldi. Annesi vefat etmişti. Tokat’a gitmiş. Omzunun bir yanı düşmüştü. Sait abi bizi sinemaya götürüyor, Sabiha ve Asım ihtiyacımız olan kitapları masrafsız alıyor, Hilmi Oflaz’ın sofrasında karnımızı doyuruyorduk. Ahmet fırında çalışıyor, babası yeniden evlenirken arka çıkıyor, ben geceleri çamaşırhanede çalışıyordum. Bosna’da katliam oluyor, meydanlar dolup taşıyordu. Deli dolu şeyler düşünüyorduk. Bir kız vardı, sanırım beni sevmişti. “Çeçenistan’a gidelim” dediğimde “Tamam” demişti. Güzel insan, canım şehidimiz Bülent Tuna bize Hırvatistan hapishanesini anlatıyordu. Beyazıt’taydık. Dünyanın kalbi Beyazıt’ta atıyordu. Ahmet’in kalbi bir gün Leningrad’da, bir gün Tokat’ta, bir gün bizimle Saraybosna’da atıyordu. Sarejova Sevgilim filminden çıkarken Sait abi cebime para sıkıştırırken, Hüseyin bir cami şadırvanında “Bu senin” deyip cebime yüklüce bir para koyarken, Ahmet çalıştığı fırından getirdiği simitleri masanın üzerine bırakırken öğreniyordum; insan olmak muhteşem ve dokunaklı bir şeydi. “Ya hu Ahmet, demiştim, benim kafam almıyor, bu gevurlardaki aile hayatı nasıl bir şey, sadakat nasıl oluyor?” dediğimde: “Aslanım, dünyada sevgi ve sadakat hiçbir dinin, ırkın tekelinde değil!” demişti. Komünist Ahmet bana sevginin ne olduğunu öğretmişti o gün.

Biz Komünist Ahmet’le iftarlara gittik. Ezan okunmadan hoşafa ne güzel kaşık sallamıştı Aziz Mahmud Hüdai Vakfı’nın yurdunda. İmam Azam’ı ve İmam Rabbani’yi benden iyi biliyordu; onca sene imamların kitaplarını okumama rağmen. Nasıl anlatayım ki ben size Ahmet’i? Ahmet, denildi mi içimde bir rüzgar başlar. Hiçbir zaman kendi derdini anlatmayan bir adam çıkar meydana. Babası, kardeşleri, arkadaşları, Türkiye… Kendi dışında kime dokunabilirse dokunmuş, hayrı olmuş bir adam gelir. Bu yüzden benim için Mustafa Suphi gibidir. Hani o şarkıdaki Suphi: Sordum bir gün Suphi’ye: Neden anlattıklarını anlamıyorum, diye…

Okulda büyük bir kavga oldu. Sağ-sol kavgası dediler. Bizi giriş kapısından içeri almadılar. Her şeyi gördüm. Solcular kaçtılar. Kantin tarafındaki kapıdan içeri girdiler. Geride kalan üç kişiden biri Ahmet’ti. Bizi içeri almadılar! Göz göre göre Ahmet’i tekmelediler. Yoldaşları kapıyı açıp Ahmet’i ve o iki çocuğu içeri almadılar. Sağcılar ise insafa gelip durmadılar. Vurdular da vurdular. Bağırdım: “İnsan mısınız ulan?!” dedim. Ağladım, hınçla denip parmaklığa tutunup yukarı çıkmaya çalıştım. Kapıdaki polisler bizi içeri bırakmadılar. Ahmet’in o günden belliydi yalnızlığı. Ne içeridekiler, kendini güvene alanlar ne de dışarıda, devleti ardına alanların umurundaydı Ahmetler. Bir de Habbab vardı o yıllarda. Fakülte bahçesine parkasını serip namazını kılar, çıkardığı fanzin dergileri, içinde Marks’ı yerin dibine gömdüğü dergileri gidip sol fraksiyon üyelerine bir güzel verir, parasını alır çıkardı. Ahmet’in ruh kardeşlerindendi Habbab. Onun hikâyesi başka. 28 Şubat’ta 17 gün içeri alınıp ayakları kırılana kadar…

“Ahmet, dedim, sana çocuk ne çok yakışır!” bunu o kadar çok dedim ki artık demeye utanıyorum. Türkiye’de Bilim Kurgu romanlarının duayeni olan bir yayınevini kurdular. On yıldan fazla orada çalıştı. Yayınevini ilk üçe çıkardılar. Daha sonra sadece ceketini alıp oradan çıktı. Kendi başına mütevazı bir yayınevi kurdu. Her şeyiyle kendi ilgilendi. Küçük bir kitapçı dükkânı açtı. Evliliği denedi. Olmadı. İlerleyen yaşında, Marks’ı ana dilinde okumak için gitti Almanca öğrendi. Kendi dertlerini konuşmaktansa benim gittiğim coğrafyalardaki insanların dertlerini konuştu benimle. Biraz önce telefonda konuştuk. Yazın çok şey olmuş. Onları aralara sıkıştırdı, sanki önemsizmiş gibi; yine Afganistan’ı konuştuk. Yine başkalarının derdini konuştu. Simone de Beauvoir’in Başkalarının Kanı adlı romanı neyse, Ahmet de odur. Kendinden çok, başkaları vardır dünyada. Kardeşleri kardeşim oldular. Onları sanki kırk sekiz yıldır biliyorum. Ama bildiğim başka bir şey var. Ahmet, hakikaten son komünisttir. Nesi var nesi yok pay eder. “Bugün buldum bugün yerim Hak kerimdir yarına” diyecek kadar değil; tüm hücrelerine kadar bunu da bilen bir mutmainlik ve imana sahiptir.

Bana, kandil akşamlarının güzelliğini ilk hatırlatan da odur. Fırında, özellikle kandil simidi yaptıkları gün, ilk kandil simitlerini de getiren odur. İnka Kitap onun işini ne kadar güzel yaptığının ve kendini değil başkalarını düşündüğünün son kanıtıdır. Ahmet, Atasoy Müftüoğlu’nun bana 30 yıl önce yaşattığı muhteşem dostluğun İstanbul’daki cephesidir. Yanına vardığınızda “asılsın?” diyen insanlar dünyadan birer birer çekiliyorlar. Geriye, nerelisin, ne iş yaparsın, kimlerdensin diye soran hödükler kalıyor. Ahmet, sizin nasıl olduğunuzu önemseyen son gerçek insanlardandır.

Sahi, siz insanlarla tanışırken hangi soruyu soruyorsunuz?

Nikos Kazancakis, “dünyada eğer bir guru, bir rehber seçmem gerekseydi Aleksi Zorba’yı seçerdim,” der. Hz. Muhammed’in muhteşem insanlığı, Hz Ali’nin mütevazı ve derin bilgeliğinin yanına Ahmet’in başkalarını önceleyen yüreğini her dem rehber almayı bir borç bilirim.