Evet, denemelisin.

Sadece kazanmayı değil kaybetmeyi de denemelisin.

Uzaklara bir yolculuk yapmalısın mesela, selamını kesen dostlarını daha az düşünmeli, annenin ağrıyan başı hakkı için az sigara içmelisin. Ertelediğin gerçek sorunların dururken; suya sabuna dokunmayan günlük haplar gibi attığımız dayatılmış geçici yalanlardan azıcık uzaklaşmalısın.

Çocukların sesleri dünyanın her yerinde güzel; yetim ya da öksüz ya da anne babası ayrı çocukların da güzel gülümsemeleri var, biliyorsun. Ömre beden bir gülümseme kimin gönlüne ferahlık vermez ki?

Endülüs, deme bana. Kayıp uygarlıklar yok; kaybetmeyi seven bir oyuncu alışkanlığıyla konuşuyorsun yıllardır. Endülüs, orada, bir deniz kenarında durup duruyor, gözlerinin feridir kayıp olan! Yoksa, tarihe gömülmüş bir şey yok; mezar başında ağlayan kadınlar gibi uğunup durma!

Bir kere olsun, kurma kendini. Şu şöyle olacak, bu böyle olacak diye elinde mezurayla ölçüp biçme ömrünü; sen kendi Rabbinsen neden bunca dua? Kendini Rab belleyen niceleri ömrünü helak etti bir kere yaşayacağı hayatta. Sahi, yaşamak neydi, hatırlıyor musun?

Git mesela, bir çocuğun oyun oynarken düşüp dizini, başını, dirseğini yaralayacağını bil. Üzülme. Akacak kan damarda durmaz. Hani, baba evladının önüne dikilse de o evlat gidecek ve elbet belli bir vakit sonra eve dönecek ya... Git, kendini bir ceset gibi sürükleme n'olur; uçurtma uçurmaya giden çocuklar gibi, kendini koltuğunun altına al bir çocuğu kucaklar gibi. Git! Dünyanın en güzel Afganistan’ı, dünyanın en güzel Gana’sı, dünyanın en güzel Mardin’i mi olur artık; kendini bir ceset gibi taşımaktan usanmadın mı?! Mesele kendini anlatmak değil; kendini tanımaktı ya... Git, başka gözlerin gölgesinde oku bir kez de hikâyeni. Kendini anlatma; kendini bil kâfi!

Evet, gitmeyi denemelisin. Eminim seveceksin. Ayaklarını ve damarlarına yürüyen varmak isteğini seveceksin. Şu anda Endülüs önlerinde bir donanma yanıyor! Ne sandın, tarih geride kalan sayılar dizisidir dediğinde başlar, olduğun yere tutukluluğun, boy verememen, kök salamaman. Bak, Musa, peşi sıra gelen İsrailoğulları’nı almış denizin tam kıyısında asasını göğe kaldırmış bekliyor. Biradan Taif'e gidecek eli, yüzü kanlar içinde kalacak olan seçilmiş Efendimiz.

Bırak hesap işlerini muhasebecilere ve ömrümüzü ev kredilerine sıkıştıran hırsızlara. Bırakma kitap işlerini; zira onlar fena halde hayalimizi seviyorlar.

Şimdi yolculuk zamanı. Dünyada iyi şeyler de var deme zamanı. Hiç kimselerin aklına gelmeyen bir vakitte yatağından çık ve yürü arzın en insan coğrafyalarında. Marketler, bankalar, diplomalar, gemiler, trenler, arzular ve öfkeler, merak etme yerli yerinde duruyor. Bir tek umut kıtalar dolaşıyor, bir gezegen gibi etrafımızda dolanıyor işte.

"Gitmek mi zor, kalmak mı zor!" dediğinde, otur oturduğun yerde ve sana verilecek yeni ikilemlerle, tercihlerle bitir hayatını. Ya şundadır ya bunda, dediğinde girersin çemberin içine ve özünün dışına!

Evet, kazanmayı değil; o bankaları, politik yalanları, kadın programlarını, fıkralarla dolu hayatın yırtık yerlerini ve ömür törpüsü olan öğretilmiş yalanları ve tutsaklığını kaybetmeyi de denemelisin.

Yani, umudu yakalamayı denemelisin.

Ne çok konuşuyoruz acılarımız ve hikâyemiz üzerine. Ne çok analistimiz ne çok holiganımız var... Oysa unutulacak acılarımız da hikâyemiz de; zira yazıcıları değil söylevcileri seviyor mahallemiz. Haberleri seven, konuşa konuşa acıyı sıradanlaştıran; mesellerini-meselelerini-murad​ını öldüren bir kavim kendi tufanına tutulmuştur bir kere! Belki de bu sebepten yer değiştirmeliyiz. Seyahatte sıhhat vardır, diyen Kutlu Peygamberi bir de buradan okusak… Tüm elzem olmayanlardan seyahat etsek, uzaklaşsak, Hıra’ya çekildiği gibi o kutlu peygamberin, biz de çekilsek bir kenara. Zaten hayatın içindeyken dahi anlamadığımız bir hayattan…

Farkında mısınız; evler küçüklü, nesneler çoğaldı, hane halkı özerk cumhuriyetler gibi kenara çekildi. Oysa çok odalı evlerimizde daha yakındık birbirimize. Bir ev ferahlığını tekrar bulmak için dışarı çıkmak gerek. O eve bir de dışarıdan bakmak gerek. Ev içinde mutsuz oturan o adam ya da kadın sensin! Ya yorulmuşsun ya da yormuşsun. Sahi, ferahlık verdiğin ya da ferahlık aldığın yer değil miydi ev içi? Ne muhteşem bir kelime ev içi…

*

Dünyada en çok neyi sevdin, sorusuna "Bebek kokusunu ve baharı" diyen Adem'i anlayabiliyorum. Kalıtımla belki de baharın ve bebeklerin yenileyici gücüyle alakası olabilir. Yenilenmeye ihtiyacımız var sanırım. Bir abdest ferahlığına… Ya da eskilerin sıkılan çocuklara dediği gibi, kalk elini yüzünü yıka, bir dışarı çık, gez… Evet, duran kokar; akan ise hayatı canlandırır. Su dahi durduğu yerde bataklık olurken, vücudunun büyük kısmı su olan bir adem neden durur?

Şehre bir film gelmeyecek; sen bir film götüreceksin insanlara. Ya da en azından senin içindeki o film makinesi çalışmaya başlayacak.