Hayatta istemediğim ve en çok şikayet ettiğim konulardan birisi de ‘tekrara düşmek’tir. Yazdıklarıma, konuştuklarıma ve dinlediklerime hep dikkat etmeye çalışırım. Kişisel anlamda tekrara düşmemeye çalışabiliriz fakat toplumsal anlamda bu çok zor gözüküyor. Ülkemizin makus talihi diye tanımladıkları şey sanırım ülkemizin de kendini mütemadiyen tekrara düşürmesidir. Yaptıklarından ders çıkarmaması ve hayati hatalar yapması da cabası.

Tekrara düştüğümüz en büyük konu kendini bilmeme ve tanımama problemimiz. Yaşadığımız kültürü ve kendi kimliğimizi ve içsel yolculuğumuzu bilmemekte ısrarcıyız. Tarihin her döneminde ısrarla üzerinde durulan bu konuyu ilk dile getirenlerden biri de Sokrates olmuştu. Belki de en büyük ısrarı ve derdi buydu. Delphi Tapınağı’nın en tepesine şu söz yazılmıştı:

“Kendini Bil!”

Türk tarihinin, dilinin ve felsefesinin en büyük temsilcilerinden Yunus Emre de Sokrates ile aynı görüşte ısrar etmişti. Şöyle diyordu Bizim Yunus:

“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin
Ya nice okumaktır”

Yaradan’ın isteği de bizim Oku’mamız ya hani! Bu tanıma ve okuma ısrarı ne diye düşünmememiz de nefsi duyguların ve cahilliğin bir tezahürü olsa gerek.

Kendini tanımama konusunda ısrarcı olan örnekler görüyoruz. Zeybek oynayan efelerin çarşaflı ve zincirli bir kadını sözde özgürleştirme gösterilerini mi konuşalım? Hayır!

Hele şuna ne demeli diye başlayıp CHP’nin yarı çıplak semazen gösterisini tekrar tekrar mı ayıplayacağım? Hayır!

Öncelikle yukarıdaki iki cahilliği esefle kınayabilirim sadece. Hala bu ülkenin değerleriyle barışmayan örümcek kafalı zihinlere acı acı gülüyorum. Bu gösterileri bir kültür faaliyeti değil sadece ‘şey’ olarak gördüğüm için kınamakla yetineceğim.

Dikkat çekme ve uyarma arzusunda olduğum konu: “Hümanist Yunus Gösterisi”

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Yunus Emre Enstitüsü ile birlikte Yunus Emre’nin vefatının 700. Yılı sebebiyle İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde yapmış olduğu Aşkın Türkçesi programını sonradan öğrendim. Programla ilgili yalnızca sevgi, Türkçe ve evrensel bazı normların dile getirildiği ve Bizim Yunus’un ihmal edildiğine dair bazı eleştiriler okudum. Gazeteci Hakan Kekeç, Gazeteci Haşmet Babaoğlu, Yazar Mustafa Özçelik ve Yazar Mustafa Tatcı’nın düştükleri şerhleri titizlikle inceledim.

Programın tamamını izleyemediğim için topyekun bir eleştiri yapmam haksızlık olabilir. Fakat Bizim Yunus’u hem bu yıl içerisinde hem de her dönemde ihmal ettiğimiz açık değil mi? İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki bazı gösteriler ve konserler olabilir, yadırgamıyorum. Yalnızca bu tarzca yapılacak gösterileri yadırgıyorum. Gelenekselden ve sürekli  klasikten ayrılma arzusu bir kendini aşağıda görme ve organizasyonun oryantalist bir dürtüsü olmuyor mu?

Kendini Bil ve Kendini Tanı diyen iki felsefecinin farklı zamanlardaki görüşlerini ve düşüncelerini birleştirebiliriz. Yunus Emre ilahilerini caz formunda da okuyabiliriz. Hiçbir itirazım yok. Fakat şunu soruyorum: ‘Biz’i kaçırıyor muyuz acaba?