Uygurca konuşmak yasaktır.
Dua etmek yasaktır.
Kavga etmek yasaktır.
Açlık grevine gitmek yasaktır.
Hasta bir kişinin tıbbi bir tedavi görmesi gerekiyorsa, bundan kaçınması yasaktır.
Emirlere uymamak yasaktır.
Duvarlara resim yapmak/çizmek yasaktır.
Hijyen kurallarına uyulmaması yasaktır.

Bu kurallar, Çin’in Doğu Türkistan’daki sözde yeniden eğitim; özde ise Uygur asimilasyon hapishanelerinin kuralları. Yaşadıklarını bizzat anlatan ve bunu “Çin Kampından Nasıl Kurtuldum” isimli kitabı ile dünyaya duyurma cesaretini gösteren Gülbahar Heyithaci’nin önüne konulan kamp kuralları bunlar.

Kamplara gönderilmeyenler bile, her türlü hak ve yetkilere sahip olan bir polis gücünün vahşetine maruz kalıyor. Tanrı Dağları’nın kuzey ve güneyindeki büyük şehirlerde (günlük hayat) düzenlemeleri artmakta. Sakal bırakma ve başörtüsü takma yasağı, çocuğuna Uygur adı koyma, WhatsApp kullanma, yurt dışındaki kişilerle iletişim kurma, geleneksel dini törenlere katılma yasakları… Liste uzadıkça İslam’ı ve Uygur kültürünü ortadan kaldırmayı hedefleyen keyfi bir soykırım politikası kendini açıkça gösteriyor. Geniş halk sağlığı programı bahanesiyle, özerk bölge yetkilileri, milyonlarca kişiden DNA, parmak izi, iris görüntüsü ve kan grubu toplamaya başladı. (İnsan Hakları İzleme Raporu, 2017)

Bu asimilasyon sürecinin genel metodunu ise şöyle tarif ediyor Heyithaci: “Komünist Partisi’nin baskı kurma sanatı, izin verirken sürgün etmek, onurlandırır gibi yapıp hizaya getirmek, hapse atarak eğitmektir.”

Çin uzun yıllardır sistematik bir asimilasyon politikası ortaya koyuyor. Mütemadiyen nüfusun azalması için kısırlaştırma, doğum kontrol gibi çeşitli uygulamalar, yerleşik Uygur halkının erimesi için eğitim kampları, nüfus oturum planları ve Çinli halkın yerleştirilmesiyle nüfus çoğunluğu oluşturma siyaseti izliyor.

Heyithaci’ye göre tutukluların çoğu İslam’ı geleneksel tarzda yaşayan insanlardır. Örtülü değildir, bağımsızlık yanlılarının fikirlerini de tasvip etmezlerdi. Sıradan hikâyesi olmayan kadınlardır. Sıradan bir Uygur kadını.

Polis merkezine çay ikramına davetle başlayan sorgulama süreci uydurulmuş suçun itirafı olmazsa yeniden eğitim kampına itiraf ettirene kadar eğitim süreci ve sonra mahkûmiyet…

Yeniden eğitim kampında sabah içilen and şöyleymiş; “Büyük ülkemize minnettarız. Partimize minnettarız. Sayın Başkanımız Şi Jinping’e minnettarız.” ve akşam okutulan biat; “Büyük ülkemin gelişmesini ve parlak bir geleceği yaşamasını diliyorum. Tüm etnik grupların tek bir büyük millet oluşturmasını diliyorum. Başkan Şi Jinping’in sağlığının iyi olmasını diliyorum. Çok yaşa Başkan Şi Jinping!”…

Bu okumalar sonunda her hafta cuma günü yapılan sözlü ve yazılı sınavla beyin yıkama operasyonunda varılan nokta kontrol ediliyor.

Sincanlı Uygur bir ailedenseniz eğer içinizden biri ülkeyi terk ederse, yok edilişinize diğerlerinin tümü de ortak edilir. Gülbahar Hanım, Çin, bizim için tek ve aynı yazgıyı belirlemiş durumda; korku, şantaj ve sansür yoluyla eğitim! Bir açık hava hapishanesi haline gelen Sincan’da ayrım gözetmeksizin hepimizi eziyorlar, şeklinde tanımlıyor genel durumu.

Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nin tüm vatandaşları, Uygur oldukları için potansiyel bir terör tehdidini temsil ediyorlar. Bu yüzden onlar için verilen talimat “Acımasız Olun!”

Kitapta bahsedilen araştırmacılara göre; Sincan’da 250 ila 880 tutuklu barındırabilen 1200 ‘yeniden eğitim merkezi!’ yani tutukevi bulunuyordu. Yaklaşık bir milyon kişi bu kamplara sürülmüş veya bu kamplarda tutuluyor olduğu sonucuna varılıyor. Mesele, dış dünyaya yansıyandan çok daha derin ve acımasız maalesef.

Rozenn Morgat tarafından Fransızca olarak kitaplaştırılan bu anlatı Türkçeye “Çin Kampından Nasıl Kurtuldum?” adıyla Prof. Dr. Mustafa Daş tarafından çevrilmiş, editörlüğünü ise Doç. Dr. Abdülhamit Avşar yapmış ve Mihrabad Yayınları tarafından basılmış.

Konu hakkındaki detayları bulacağınız ve Doğu Türkistan konusu ile ilgili zihninizde açılan tüm boşlukları dolduracağını düşündüğüm yaşanmışlıkları anlatan bu kitabı şiddetle tavsiye ediyorum.