Kafamızda bir senaryo kuralım:

Bir kadın varmış. Sanatçıymış. Daha doğrusu öyle biliniyormuş. Antalya’da her yıl dağıtılan oyunculuk ödüllerinden birini almış. Ödülün ismi de Altın Portakal’mış. Ödül konuşmasında saçmalayıp durmuş. Rakiplerini küçümsemiş. Sonra da “gelecek senelerde de erkek oyuncu ödülüne aday olmak isterim’’ diye yerlere yatıran bir espri yapmış. Klasik muhalif göndermelerini de eksik etmemiş. Müthiş oyunculuk becerisini kullanarak ‘’İstanbul Sözleşmesi yaşatır!’’ sloganları atmış. Fakat sevgilisini döven oyuncu dostlarını aşkla koruyacak kadar da gönlü genişmiş. Şöyleydi böyleydi derken, dünyanın en büyük yıldızı ya; standardı otuz saniye olan ödül konuşmasını dört dakikaya filan çıkarmış. Arkasında, ödülü takdim etmekle görevli erkek bir oyuncu varmış. Tuzluk gibi dikilmeye dayanamayıp ödülü kadına vermiş. Kadın bunu hakaret addetmiş. Ödül elindeyken konuşmayı sevmiyormuş. Sonra bu olay Türkiye’nin gündemine oturmuş. Aynı “vatandaş” tanımına sıkıştırıldığımız edilgen kitle adamı linç edip, kadını desteklemiş. Halkın teveccühü yetmemiş, Pervin Buldan ve Canan Kaftancıoğlu gibi politikacı kılıklı militanlar bu harika kadını savunmuş. Cumhuriyetçi, Atatürkçü, laik, PKK’lı medya organları hep birlikte kadını pohpohlamış. Aynı ağızdan beslenen erkek arkadaşları da prim podyumunu boş bırakmamış. Entel geçinen mümtaz meslektaşları “her başarılı kadının arkasında vızıldayan erkekler vardır’’ gibi aforizmalarla hanımcılık taslamış. Sonra kadının bazı röportajları, tweetleri vs. ortaya dökülmüş. O da ne? Meğer HDP, onun için PKK terör örgütünün bürokratik temsilcisi değil, “Halk”mış. Bu ülkeden göç etmek durumunda kalsa, son sözü “Selahattin Demirtaş’a özgürlük” olurmuş. Velhasıl bu kadının tek suçu, başarılı bir kadın olmakmış. Yoksa bebek katili teröristleri savunduğu falan yokmuş. Ona karşı gelen herkes kadın düşmanı ve cahilmiş. Yine çağdaşlık kazanmış. Kadın ve arkadaşları da ölene kadar mutlu mutlu, aydın aydın yaşamışlar.

SON.

Sizi bilemem ama bence çok realist bir senaryo oldu.

Sanki gerçek hayattan alıp kopyalanmış gibi.

Başroldeki kadın, erkek de olabilirdi. Nitekim başka senaryolarda örneklerini görüyoruz. Cinsiyet ayırmaksızın “sanat sektörü”nün Türkiye’de ne kadar ilkel kaldığıyla ilgileniyorum. Hedefim bir kişi veya cins değil. Topyekûn bir dünya görüşü…

Avrupa ve Amerika’da bu tip hikâyeleri pek duymazsınız. Adamın kalemini kırarlar. Maalesef Türkiye’de “sanat”, böylesine trajikomik bir gerçeğin kodesinde. “Sanatçı’’ tanımı falsolu. İhanetin, kanın, bölücülüğün en büyük “arınma’’ ve “arındırma’’ mecrası sanat. Türkiye’yi önemseyenler, bu mecraya hâkim değil. Gerçi hâkim olmak da kolay değil. Dev bir yeniden inşa ve sabır süreci gerekiyor.

Ne acı.

“Sanatçı” pozları kesip, zihnindeki kör karanlıktan hayali aydınlıklar kusan piyasa figürleri, sanat coğrafyamızı işgal etmiş vaziyette. Kuşatıcı ve arsız bir kültür istilasının içinde “üretmeye’’ çalışıyoruz. Dünyada olup bitenleri, Cihangir-Nişantaşı arasındaki mesafe mesabesinde okuyabilen kısıtlı bir sanat ufkuna mecbur edildik…

Keşke Türkiye’nin bütün kötü senaryolarını, içindeki sahte kahramanlarla beraber çöpe atabilsek.