20. yüzyılın uyarıcı büyük sesi Sezai Karakoç, yüklendiği sorumluluk şuurunu yerine getirmiş bir bilinç abidesi olarak aramızdan ayrıldı. Yirminci asrın ilk yarısında Ergani’de yolculuğuna başlayan, “çocuk yüreğimin ateş aldığı yer, belki ondan önce rüya âlemi gibi bir iç dünyanın sahibiydim” dediği Maraş, Antep ve Ankara’da öğrenimini yatılı öğrenci olarak tamamlayan; ama hedefinde hep büyük medeniyetler şehri İstanbul olan şair, düşünce adamı ve Diriliş Mektebinin üstadı, İkinci Yeni şiir akımının öncüsü vefat etti.

Ona sağlığında itibar etmeyenler, vefatı üzerine kendisinin yaşarken itibar etmediği ölçüde övgü dizdiler. Aziz yalnızlığına sığınarak yaşayan üstadın cenazesi, bayrak ve flamalar olmaksızın Şehzadebaşı Camii avlusunda sade bir yalnızlık abidesi gibiydi. Farklı çevrelerden gönderilen çelenkler dizildikleri duvarda, bulundukları mekâna yabanlıklarını anlatan namaza durmayan mahcup insancıkların temsilcileri gibiydiler.

Hayatı boyunca yaşadığı çağı bütün eserlerinde eleştiren, çağın ve sistemin imkânlarından faydalanmayı asgari düzeyde tutan “tavır sahibi“ biriydi Sezai Karakoç. Radyolardan seslenmeyi, televizyon ekranlarında görünmeyi itibarsızlık olarak değerlendiriyordu. Sağda-solda yayımlanan gazete ve dergilere röportaj vermekten kaçınan üstadın vefat haberi, sakındığı mecralardan defalarca aktarıldı. “Görünürlüğe” ve “gösteri toplumunun” tüm enstrümanlarına kapalı dünyasında yaşadı.

İslam ve İslam medeniyetinin şairi, anlatıcısı ve Diriliş fikrinin mimarı olarak bilindi. "Benim şiirim aşk, hürriyet, arayış ve ölüm gibi var olmanın dinamitlendiği noktalardaki trajik espriyi, irrasyonele, absürde bulanmış 'mutlak'ı zaptetmektir" diye tarif etti şiirini. İnandığı ve bilinen sadelik içinde vakarla yaşadı. Sezai Karakoç, denemeleri, düşünce kitapları ve şiirleriyle, 'yok olma tehdidiyle karşı karşıya kalan İslam medeniyeti fikrinin yeniden anlaşılmasına-inşasına, inanç dünyası, düşünce dünyası ve estetik dünyanın yeniden canlandırılmasına yönelik umudu'nu hep diri tuttu ve yorulmaksızın anlattı. Müslüman dünyanın birliği için yazdı yazı ve şiirlerini. “Bir yerde bizi, biz İslâm dünyasını güne bağlayan ip koptu. Biz Müslümanlar, tarihin arenasında bir yerde bugünün deyişiyle “güncel” olmaktan çıktık. O gün bu gündür, tarih önümüzde oluşuyor ve onu peşinden kovalıyoruz. Tarihdeş olamıyoruz bir türlü” diyordu.

Tunus, Cezayir, Filistin, Kudüs(...) üzerinden İslam coğrafyasının maruz kaldığı zulmü anlatırken, dünyanın farklı yerlerindeki insanların dertlerini dert edinen insanın yetişmesi için de insanlığa çağrıda bulunan bir şairdi. Şiirinde Endülüs, Kurtuba, Mekke, Medine ve İslam Medeniyetinin inşa ettiği şehirlerin yanı sıra Londra-Paris de zehirleyen ve zihni kirleten kentler olarak vardı.

“Ve ırmak da ölümlüdür. Bir gün, onun da hayatı ya kendinin büyüğünde ya ırmaklar ırmağında ya daha büyük olanda, denizde, ya da zıddında, onu içende ve yutanda son bulacaktır. İnsan ömürlerinin toplum içinde, ya da tarih periyotlarında eriyip kayboluşu gibi” (Diriliş, 25 Temmuz 1988).

Şiirinde geleneği ve geleceği birlikte inşa eden Sezai Karakoç, bundan böyle M. Âkif ve Necip Fazıl birikimini Modern Türk şiirinin evrenine yeni bir duyuş ve hissedişle aktardığı için Nazım Hikmet ile metinler arası bir dikkatle okunmalı ve şiirin yeni sesi bu mecrada yeniden yorumlanmalıdır. Sezai Karakoç’u ve şiirini “Monna Rosa” romantizmine indirgeme çabasındaki yaklaşımlardan da sakınılmalıdır. Onun şiirinde “Bırak ben ağlayayım / Esir pazarında satılan Afganistan’a / Açlıktan milyonları kırılan Afrika’ya / Filipinler’e / Habeşistan’a, Eritre’ye, Filistin’e / Kafkaslar, Azerbaycan Türkistan’a / Bütün milletlere ülkelere / Irmaklar gibi ben ağlayayım” sesine sağır olanlar “insanın insan olduğu o günde” sükût orucuna niyet etsin.

***

Ve hayatını aksiyoner bir düşünce adamı olarak yaşayan, gençlik günlerimizin efsanesi Monark’ın ve pek çok eserin müellifi Mustafa Yazgan ağabey de Hakk’a yürüdü. Çağın putlarına İbrahimî bir balta ile yürüyen bir Müslümandı.

Her ikisine de rahmet ve dua.