Gündem

Özel Öğretim Derneği Genel Başkanı Ahmet Akça: Milli iradenin hâkimiyeti için ‘Evet’ demeliyiz

Abone Ol

Recep Yazgan / Samsun

“Siyaseti belirleme gücü bulunmayan, bunun ihtimali doğduğunda da darbelerle akamete uğratılan bir yapının parlamenter sistem olduğunu savunmak ya sistem bilmemek ya da parlamento bilmemektir” diyen Özel Öğretim Derneği (ÖZDER) Akça, bunun adını vesayet geleneği koymanın çok daha yerinde olduğunu söyledi.

16 Nisan’da yapılacak olan referanduma neden ihtiyaç duyulduğu ve ‘Evet’ çıkması halinde sosyal ve ekonomik açıdan kazançlarımızın neler olacağı konusundaki sorularımızı Özel Öğretim Derneği (ÖZDER) Genel Başkanı Ahmet Akça cevapladı.

MEŞRUİYETİNİ MİLLETTEN ALAN GÜÇLÜ BİR SİYASİ İRADE

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi hangi zaruretten ortaya çıktı? Mevcut sistemle devam edilemez miydi, Ne oldu durup dururken hükümet sistemini tartışmaya başladık?

Konuyu durup dururken tartışmaya başlamadık. Çok partili süreçten beri tartıştığımız bir konuyu ilk kez bir irade çözüme dönük bir adım attı. Çünkü mevcut sistemin, Türkiye’nin geldiği toplumsal ve ekonomik düzey bakımından geri ve yetersiz olduğuyla ilgili tüm toplumun konsensüsü mevcut. Nereden mi biliyoruz? 12 Eylül darbe Anayasasının değiştirilmesi gerektiği geçtiğimiz 30 yılın temel tartışması. Hatta pek çok maddesi üzerinde de pansuman değişiklikler yapıp yalpalayarak yol almaya çalıştık. Ancak tüm toplumsal kesimlerin şikâyetlerinin merkezinde 12 Eylül Anayasasının bir an evvel değiştirilmesi zarureti dile getirilirken; bunu kimin, nasıl yapacağı söz konusu olunca sürekli olarak krizlerle karşı karşıya kaldık. Mevcut sistemle devam etmek demek, ülkeyi bir süre daha bulunduğu yerde patinaj yapmaya zorlamak ve bir süre sonra da gelişemediği için gerileyen bir pozisyona mahkûm etmek demekti. Cumhurbaşkanlığı Sistemi, öncelikle mevcut sistemin ürettiği krizleri aşma zaruretinden doğdu.

Muhalefetin, “Cumhurbaşkanlığı Sistemi’’nin bir ‘dikta’ rejimini üreteceği iddialarına ne dersiniz?

Yüzde 50+1’in dikta üreteceğini iddia etmek en hafif tabiriyle siyaset bilmezliğin yanı sıra Türkiye sosyolojisine ve tarihine “Fransız” kalmakla ilgilidir. Dikta rejimleri fıtratları gereği çoğulcu yapılar değildir. Aksine, çoğulcu yapılar üzerinde baskı kurmak suretiyle tek tip siyasalar dayatan seçkinci dar zümre yönetimleridir. Tıpkı 12 Eylül konseyi gibi ve onun ürettiği darbe yasaları gibi. Mevcut anayasanın aşikâr diktatörlerin eseri olduğu ve seçkinci dar bir zümrenin imtiyazlarını koruyup kolladığı gözümüzün önünde dururken, bunu değiştirme önerisinin diktatörlük üreteceğini söylemek komedi değilse, muhataplarının aklıyla alay etmektir.

İLK DEMOKRATİK YÖNETİM MODELİ

150 yıllık bir parlamenter sistem geleneğinden vazgeçmenin Türkiye’ye olumsuz bir maliyeti olur mu? Hem içeride hem de dışarıda?

Bir kere şunu düzeltelim. Türkiye’nin ne Osmanlı’nın son döneminden ne de Cumhuriyet’in kuruluşundan beri parlamenter bir sistemi hiç olmadı. Parlamento/Meclis’in fiziki varlığı, sistemi otomatikman parlamenter yapmaz. Siyasal belirleme gücü olmayan, olma ihtimali doğduğunda da darbelerle akamete uğratılan bir yapının parlamenter sistem olduğunu savunmak ya sistem bilmemek ya parlamento bilmemek ya da her ikisini de bilmemekle ilgisi olabilir.

150 yıllık bir yönetim geleneğinden bahsedilecekse bunun adını askeri ve sivil bürokratik vesayet geleneği koymak çok daha yerinde olur diye düşünüyorum. AB uyum kriterleri de bunu söylüyor. Fasıllarda sürekli reform beklentisi tam da bu bürokratik diktatörlük görünümü ve işleyişine dair. Haliyle önerilen Cumhurbaşkanlığı sistemi, bu topraklardaki ilk demokratik yönetim modelidir. Umuyorum ki daha demokratik/halkçı bir geleneği de büyütüp besleyecektir.

HER VATANDAŞIN OYU VE MİLLİ İRADEYE YANSIMASI EŞİT OLACAK

Partili Cumhurbaşkanı modelinin tarafsızlığı zedeleyeceği iddiaları için neler söyleyebilirsiniz?

Hükümet yapısından Başbakanlığı kaldırıp yetkilerini Cumhurbaşkanlığına teslim ettiğimizde, partili olmak daha evvel problem değilken şimdi hangi sorunları üretecek? Hiçbir sorun üretmeyeceği gibi aksine parti üzerinden yerelle bağlarını ve yerele karşı sorumluluğunu tahkim edecek. Zaten itiraz da burada başlıyor. Devletin zirvesinin her yönüyle millete bağlanması, milletle özdeşleşmesi, millet dışında hiçbir çıkar odağının iradesinin hukuksuz biçimde sisteme nüfuz edemeyecek oluşu, dar menfaat oligarklarını rahatsız ediyor. Gerçek anlamda bir hukuk devletinden bahsedeceksek, öncelikle o devletin teşekkül ettiği toplumun tüm fertlerinin iradelerinin eşit biçimde yönetime yansıması zorunludur. ‘Dağdaki çobanla bilmem hangi profesörün oyu bir mi?’ tartışmalarının ana fikri, eski sistemin çarpık mantığının popüler ifadesiydi. Evet! Bundan sonra kimliğine bakılmaksızın her vatandaşın oyu ve milli irade olarak politikalara yansıması eşit olacak!

MİLLETİN SIRTINDAKİ BÜROKRASİ KAMBURU KALKACAK

Devlet bürokrasilerinin çalışma koşularına haiz olanlar bilirler ki, devlette yazılı kanun, kararname, genelge, mevzuat vs. gibi prensiplerin dışında işlem yapmak mümkün değildir. Bürokrasinin alışkanlıkları, hızlı karar alma ve işi bir an önce sonuçlandırmanın aksine; beklemek, hata yapmamak ve mümkünse hiç yapmamak eğilimindedir. Belki 500 yıl evvel böyle davranmak mümkündü, zaman yavaş akıyordu ve aceleye mahal yoktu. Ancak bugünün dünyasının hızını yakalayabilip gelişmek, öncelikle bu hantal zihniyetten arınıp bürokrasilerin işlevsel düzeyde harekete geçirilip işlerin sonuçlandırılmasıyla mümkündür. Daha açıkçası, bürokrasilerin sivil iş dünyasının önünde engel oluşturma döneminin kapanıp hem ulusal hem de uluslararası ölçekte geniş pazarlarda etkin olma, gençlerimizin daha müreffeh bir gelecekte özgüven içinde dünyada saygın bireyler olmaları imkânlarını üretmektir. Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile ebediyen ortadan kalkmış olacağı için mümkündür ki milletin sırtında kambur bir bürokrasi değil, milletin önünde koşan ve ekonomik dünyanın fethine katılan çalışkan ve üretken bir bürokrasimizin müjdesidir bu başlık…