Bu hafta, Güvenlik Konseyi’nde geçen hafta kabul edilen Gazze’deki ateşkese dair analizime ilave olarak, ülkemizde 31 Mart tarihinde yapılan yerel seçimlerin sonuçlarıyla ilgili bir anekdotu paylaşıp onun üzerinde de bir değerlendirme yapmak istiyorum. 

Hepimizin yakından takip ettiği gibi İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarında altı ayı geride bıraktık. Bu saldırılarda şimdiye kadar 33 bin Filistinli şehit olurken 75 binden fazlası da yaralandı. Yaklaşık 1,5 milyonu ise yerlerinden edilerek Refah’a sığınmak zorunda kaldı.

Gidilecek son yer olan Refah’ta sıkışan bu insanlar, bir taraftan İsrail’in hava saldırılarından korunmaya çalışırken diğer taraftan da bir türlü ulaştırılamayan insani yardımlar nedeniyle açlık ve hastalık tehdidiyle karşı karşıyalar.  

Gazze’de böylesi bir kıyım yaşanırken sözde uluslararası düzenin teminatı olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ise ABD’nin vetosu nedeniyle bir türlü beklenen ateşkes kararını alamıyordu.

Sonunda beklenen oldu ve 25 Mart’ta 10 geçici üyenin tasarısı olarak konseye sunulan “ateşkes tasarısı”, ABD’nin veto kartını kullanmayarak çekimser kalması sayesinde 14 kabul ve 1 çekimser oyla kabul edildi. 

Güvenlik Konseyi’nin konuyla ilgili 2728 Sayılı kararında; “mübarek Ramazan ayı da göz önünde bulundurularak tarafların derhâl saldırıları durdurması, Hamas’ın elindeki tüm rehineleri koşulsuz olarak serbest bırakması ve Gazze’deki insanların ihtiyaç duyduğu insani yardımların ivedilikle ulaştırılması ve İsrail’in bu konuda gerekli kolaylığı göstermesi” öngörülmektedir.

Alınan bu karar İsrail dışında tüm devletler ve uluslararası kuruluşlarca memnuniyetle karşılanmış ve Gazze’deki durumun bir an önce normale dönmesi için kararın derhâl yürürlüğe girmesi talep edilmiştir.

Güvenlik Konseyi, nihayetinde ateşkes kararı almıştır ancak bu sefer de bu kararın nasıl uygulatılacağına yönelik bir tartışma çıkmıştır. Zira İsrail’in Güvenlik Konseyi’nin ateşkes kararına uymayacağı ve ne olursa olsun Refah’a saldıracağı bizzat Başbakan Netanyahu tarafından açıklanmıştır.

Doğal olarak Güvenlik Konseyi’nin ABD haricindeki tüm üyeleri İsrail’in bu şımarık tavrını kabul edilmez bulmuşlardır. Ancak çekimser kalarak kararın kabul edilmesini sağlayan ABD, bir kez daha İsrail’in imdadına yetişerek Güvenlik Konseyi kararının bağlayıcı olmadığını ileri sürmüştür.

Bu kapsamda, önce ABD’nin BM’deki daimî temsilcisi Linda Thomas-Greenfield yaptığı açıklamada, “Bu karardaki her şeye katılmadık. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi bağlayıcı olmayan bu karardaki bazı kritik hedefleri tam olarak destekliyoruz. Konsey'in herhangi bir ateşkes hâlinde, tüm rehinelerin serbest bırakılmasının gerektiğini açıkça ifade etmesinin önemli olduğuna inanıyoruz” diyerek kararın bağlayıcılığına dair tartışmaları başlatmıştır.

Akabinde ise Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü John Kirby, haftalık basın toplantısı esnasında, “ABD’nin Güvenlik Konseyi’ndeki ateşkes kararını veto etmemesinin İsrail’e yönelik politikasında bir değişiklik olduğu anlamına gelip gelmediğinin” sorulması üzerine verdiği cevapta, “Bu bağlayıcı olmayan bir karar, dolayısıyla İsrail'e ve İsrail'in Hamas'ın peşine düşmeye devam etme becerisine hiçbir etkisi yok. ABD’nin çekimser kalması İsrail politikasında hiçbir şekilde bir değişikliği temsil etmiyor.” diyerek Güvenlik Konseyi kararlarının bağlayıcılığı üzerine başlatılan tartışmanın üzerine tabiri caizse mum dikmiştir. 

Oysa Birleşmiş Milletler Şartı’nın 25. maddesi, “Birleşmiş Milletler üyeleri, Güvenlik Konseyi'nin kararlarını işbu şart uyarınca kabul etmeyi ve uygulamayı kabul ederler.” hükmüne haiz olup ABD’nin veya İsrail’in bu konudaki aksi görüşlerinin herhangi bir dayanağı bulunmamaktadır.

Buna rağmen ABD’nin izlediği inkâr politikası; kendi kurduğu küresel düzeni, sırf İsrail’in menfaatleri için işlevsiz hâle getirirken İsrail’i de şımartarak uluslararası hukuktan mahfuz hâle getirmektedir.

Bir tarafta Gazze’de açlık ve sefaletin yanı sıra ölüm tehlikesi altında yaşamaya çalışan Filistinliler dururken ABD’nin; hem de “İsrail’in Refah’a saldırmasını istemiyoruz”, “savaştan sonra İsrail’in Gazze’yi yönetmesini uygun bulmuyoruz” veya “iki devletli çözüm planını destekliyoruz” gibi söylemlerine rağmen sahada bu sözlerle hiç uyuşmayacak eylemlerde bulunması ve Filistinlileri yok sayarak İsrail’in soykırımına göz yumması kabul edilemez bir durumdur.

Zaten karar, içeriğinde herhangi bir yaptırım maddesi olmaması münasebetiyle eksik olmakla eleştirilirken bir de bu kararın bağlayıcı olmadığına dair iddialar ortaya atılması, Güvenlik Konseyi’nin itibarını iyice zedelemektedir.

Gerçi benzer bir durum 2016 yılında da yaşanmıştır. Obama’nın son günlerine tekabül eden 23 Aralık 2016 tarihinde, Batı Şeria’daki Yahudi işgalinin sonlandırılmasına yönelik Güvenlik Konseyi’nin yine ABD’nin çekimser kalması sayesinde aldığı 2334 Sayılı kararı da İsrail tarafından uygulanmamış ancak İsrail bundan dolayı herhangi bir yaptırıma maruz bırakılmamıştı.

Dolayısıyla Güvenlik Konseyi’nin 25 Mart 2024 tarihinde kabul ettiği 2728 Sayılı kararın da uygulanmaması durumunda, İsrail’e karşı herhangi bir yaptırım uygulanmayacağı anlaşılmaktadır.

Görülen o ki Güvenlik Konseyi kararları sadece üçüncü dünya ülkelerine veya daimî üyelerin, özellikle de ABD’nin koruması altında olmayan ülkelere karşı etki doğurmakta ve bu ülkeler tarafından kararların uygulanmaması durumunda yaptırıma başvurulması söz konusu olmaktadır.

Gelelim yerel seçim sonuçlarına dair anekdotumuza.

Yerel seçim sonuçlarına göre Cumhuriyet Halk Partisi’nin Türkiye genelinde birinci parti olması ve Ankara ile İstanbul’u yeniden kazanması üzerine sosyal medya platformu X üzerinden bir paylaşım yapan İsrail Dışişleri Bakanı Israel Katz, “Türkiye’deki yerel seçimlerde Erdoğan’ın adayları yenildi. İstanbul’da Ekrem İmamoğlu ve Ankara’da Mansur Yavaş’ı; kazananları tebrik ediyoruz ve Erdoğan’a açık bir mesaj gönderiyoruz. İsrail’e karşı kışkırtma artık işe yaramıyor. Kendinize başka bir at arayın.” diyerek hem haddini aşmış hem de siyasi bir nezaketsizlik göstermiştir.

Zira gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan gerekse de bakanlar ve belediye başkan adayları, toplumda ziyadesiyle hassasiyet olmasına rağmen Gazze’deki insanlık dramını araçsallaştırmamışlar; bilakis uluslararası hukuku işaret ederek İsrail’in, işlediği soykırım suçları nedeniyle uluslararası mahkemelerde yargılanması gerektiğini ifade etmişlerdir.

Hatta muhalefet tarafından İsrail’e karşı yeterince sert davranmamakla ve ambargo uygulamamakla suçlanan hükûmetin, uluslararası hukuk dairesinde kalmaya dikkat etmesine rağmen İsrailli bakanın hadsiz sözlerine maruz kalması haksızlık ve saygısızlıktır.

Kaldı ki İsrail, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Uluslararası Adalet Divanı nezdinde açtığı soykırım davası nedeniyle yargılanmakta olup insanlığa karşı işlenen soykırım suçunun muhatabı olan bir ülkenin dışişleri bakanının, utancından insan içine çıkamaması gerekirken kendi rezilliklerine bakmadan bir de Türkiye’ye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sataşması kabul edilebilir bir durum değildir.

Bu vesileyle İsrail halkına ve İsrailli siyasetçilere buradan bir çağrı yapmak istiyorum.

Tabii ki bölgenin en güçlü ülkesi olan Türkiye’deki gelişmeleri takip edebilirsiniz. Bu sayede Türkiye’de seçimlerin ne kadar demokratik bir ortamda ve adil koşullar altında gerçekleştiğini görebilir ve hatta Türkiye’nin seçim kültürünü kendinize model olarak alabilirsiniz. Ama Türkiye’deki herhangi bir partinin seçimleri kazanmak için halkı İsrail’e karşı kışkırtmaya ihtiyaç duymadığını ve duymayacağını bilmeniz gerekir. Nihayetinde İsrail, Türkiye’de seçim kazandıracak kadar önemli bir ülke olarak algılanmamaktadır.

Kendinize bu kadar önem vakfetmeyin lütfen.