Hazırlayan: Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam Hatip Lisesi Genç Yazarları

Osmanlı medeniyetinin en önemli unsurlarından birisi de hiç kuşkusuz hayvan sevgisidir. Bütün hayvanları şefkat ve merhamet şemsiyesi altında toplayan bu anlayış, Kur’an-ı Kerim’den ve “Her canlıya yapılan iyilik için mükâfat vardır.” diyen Hz. Peygamber’den (s.a.v.) ilhamla vücut bulmuştur. Bu eşsiz kültürün mimarı olan Osmanlı insanı, Yunus Emre’nin “Yaratılanı severiz, Yaradandan ötürü.” sözünden hareketle hayvanlar için pek çok vakıf inşa etmiştir. Zamanına göre oldukça ileri bir seviyeye işaret eden bu vakıflar sayesinde yaralı ve hasta kuşları, köpekleri, kedileri tedavi eden ecdadımız ağır kış şartlarından dolayı aç kalan vahşi hayvanları dahi düşünerek onlara yiyecek temin eden müesseseler kurmuşlardır. Medrese, cami, kütüphane, türbe ya da köşklerde inşa ettikleri kuş evleri, bu konuda ne kadar hassas olduklarını gözler önüne sermektedir.

SULTAN III. MURAT 1587 TARİHLİ BİR FERMAN YAYINLADI

Diğer taraftan Osmanlı devlet adamlarının hayvanları korumak için kanunlar çıkardıklarını görmekteyiz. Mesela İkinci Beyazıt döneminde hazırlanan İstanbul Belediye Kanunnamesi’nde “nakliye amacıyla kullanılan hayvanların iyi beslenmesi, beygirlere haddinden fazla yük yüklenmemesi, ayağı sakat hayvanların çalıştırılmaması” isteniyordu. Sultan III. Murat da nakliye hayvanlarının bakım, korunma ve beslenmelerine yönelik 1587 tarihli bir ferman yayınlamıştır ki bu ferman aynı zamanda “dünyada hayvan haklarına dair ilk düzenleme” olma özelliği taşımaktadır.

Yine Sultan Abdülmecit zamanında hazırlanan Atlar İçin Hafta Tatili Emirnamesi’ne göre “hayvanlara iyi davranılması, eziyet edilmemesi ve cuma günlerinin tatil edilerek hayvanların dinlendirilmesi” karara bağlanmıştı.

Bir Osmanlı uygulaması olarak savaşlarda top arabası çeken büyükbaş hayvanlar yaşlanınca kasaplara satılmaz, ölene kadar iyi bakımları sağlanırdı.

Türklerin hayvanlara karşı bu ince ve müsamahakâr yaklaşımı ülkemize gelen seyyahların da dikkatini çekmişti. 1655’te 9 ay yurdumuzda kalan Jean de Thévenot, anılarında “Ölen bazı kişiler mallarını ve paralarını haftada birkaç defa köpek ve kedileri beslemek üzere sadakatli ve dindar fırıncı ve kasaplara bırakırlar.” der. Comte de Bonneval, anılarında “Türkler kedi, köpek gibi başıboş hayvanlar için de vakıflar tesis ederler. Kasaplar da her gün bu gibi hayvanların bir miktarını vicdanen beslemekle mükelleftirler.” demektedir. 19. yüzyılda Osmanlı ordusunda görevli Alman Mareşali Helmuth von Moltke ise anılarında Üsküdar’da hizmet veren kedi hastanesinden bahsetmektedir. Kanuni Sultan Süleyman döneminde İstanbul’a gelen Alman seyyah Hans Dernschwam’ın şahit olduğu ve hatıratında anlattığı şu hadise de oldukça ilginçtir: Sadaret Kaymakamı Koca Mehmet Paşa, lokantanın önünden geçerken odun yüklü bir atın beklediğini görür ve atın sahibinin de aynı lokantada karnını doyurmakla meşgul olduğunu öğrenir. Paşa bu vaziyete oldukça sinirlenerek odunları atın sırtından indirmekle kalmayıp sahibini de cezalandırarak odunları onun üzerine yükletir. At için aldırdığı bir akçelik kuru otu da at yiyene kadar odun yükünü sahibinin üzerinde bekletir.

SOKAK HAYVANLARI ŞEHRİN SAKİNLERİDİR

Geleneğimizde sokak hayvanları şehrin sakinleridir. Bizimle birlikte yaşarlar, her türlü ihtiyaçları da karşılanır. Bu çerçevede hayvanlara karşı merhametin bir tezahürü olarak Osmanlıda bir meslek ortaya çıkmıştır: mancacılık. Vakıf kültürümüzdeki bu uygulamaya göre halk hayvan yemi satın alır ya da parasını verir; mancacı onun yerine sokak hayvanlarını düzenli olarak beslerdi. Bilhassa cuma günleri çok iş yapan mancacılar sokaklarda “İşkembe, kelle, ayak, paça, mancaaa...” diye bağırırlardı.

HAYVANLAR İÇİN DAĞIN ETEKLERİNE YİYECEK BIRAKILIRDI

Günümüzde tilki, kurt gibi hayvanların açlıktan şehirlere indiğini şaşkınlıkla izliyoruz. İşte mancacının bir görevi de soğuk kış günlerinde dağlardaki yabani hayvanlar için dağın eteklerine yiyecek bırakmaktı. Böylece hem vahşi hayvanların açlıktan telef olmasının önüne geçiliyor hem de aç kalan bu canlıların şehre inerek ahaliye zarar vermesi önleniyordu. Büyüklerimiz sokaklarımızda yakın zamana kadar mancacıların seslerini işittiklerini söylüyorlar.

GUREBÂHÂNE-İ LAKLAKAN YANİ LEYLEKLER BAKIMEVİ

1980’lere kadar devam eden bu uygulama daha sonra terk edilmiş, mancacılar da unutulmuş. Kim bilir belki yeniden duyarız bu sesi: Mancaaaaa!.. Bir de ilginç bir kurumdan bahsedelim: Gurebâhâne-i Laklakan yani Leylekler Bakımevi. 19. yüzyılda Bursa’da açılan ve Anadolu kültüründe uğurlu ve bereketli sayılan leylekler ve göçmen kuşlar için oluşturulan Gurebâhâne-i Laklakan, dönemi için oldukça ileri bir adımdı. Dünyanın ilk hayvan hastanesi Gurebâhâne-i Laklakan, göç yolunda sakatlanarak sürünün ardında kalan tüm göçmen kuşları, bir sonraki göçe kadar iyileştirme hedefiyle yıllarca faaliyet göstermiştir.

SAKAT HAYVANLAR HALKIN SADAKASIYLA GEÇİNDİRİLİRLER

Gurebâhâne-i Laklakan, seyyahların, tarihçilerin ve edebiyatçıların eserlerine de sık sık konu olmuştur. Ahmet Haşim, aynı adlı eserinde şunları söylüyor: Bursa’daki Ayakkabıcılar Çarşısı esnafının sergilediği hayırseverlik de örnek bir hadisedir. Bursa’daki bu çarşının ortasında bir meydan var. Bu meydan sakat hayvanların bakımevidir. Kanadı veya bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar, kör veya sağır baykuşlar burada halkın sadakasıyla geçindirilirler. Esnafın aylıkla tuttuğu -belki yüz yaşında- baktığı sakat leylekler kadar aciz bir ihtiyar, toplanan sadaka parasıyla her gün işkembeler alır, temizler, parçalar ve insan merhametine sığınan bu zavallı kuşlara dağıtır… Benzer bir vakıf da İstanbul Eyüp Sultan Camisi’nin bahçesinde kurulmuş ve sürüsüne katılamayana, sakat leyleklere ve diğer göçmen kuşların yaralarına merhem olmuştur asırlarca.

MUAZZAM MEDENİYETİ DAHA YUKARILARA TAŞIMAKLA MÜKELLEFİZ

Evet, böyle bir kültürden gelen bir milletin evlatları olarak bizler atalarımızın inşa ettiği bu muazzam medeniyeti daha yukarılara taşımakla mükellefiz. Şunu asla unutmamalıyız: Hayvanların da insanlar gibi bu dünyada hakları vardır…

Editör: TE Bilisim