Hazırlayan: Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam Hatip Lisesi Genç Yazarları

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,

Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

*

İlk şiirimi 6 yaşında ezberledim. Ezberlediğim şiir, Millî Şairimiz Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitlerine adlı şiirdi. Aynı sene Türkiye İzcilik Federasyonunun 57. Alay Millî Bilinç Kampı’nda 57. Alay’ın yürüdüğü yolu saçıma yakılan kınayla yürüdüm binlerce izciyle...

Çanakkale sevgim o zamanlar başladı. Okudukça Çanakkale’nin bir savaş değil, bir destan olduğunu fark ettim. Seyit Onbaşı, Yahya Çavuş, Hüseyin Avni Bey, Aleko, Yüzbaşı Hakkı Bey… Metrekareye 6000 merminin düştüğü ve mermilerin havada çarpıştığı bu destanda beni en çok etkileyen kişi Doktor Nusret’ti.

METREKAREYE 6000 MERMİ

Düşman Çanakkale’ye saldırırken Osmanlı Devleti’nin karşılık bile veremeyeceğini düşünürken 18 Mayıs günü umutları donanmaları ile sulara gömüldü. Bu yenilgi üzerine gözler kara harekâtına çevrildi. İtilaf Devletleri, deniz savaşının intikamını almak istercesine tüm kuvvetlerini kara savaşlarında kullandılar. Osmanlı, bu gücün karşısında durmakta zorlanıyordu. Öyle ki bir süre sonra ne yiyecek ve içecek, ne teçhizat, ne de tıbbi imkân kalmıştı.

İşte bu şartlar altında sahra hastaneleri kuruldu. Bu hastanelerde herkes canla başla çalışıyordu. Ama çok büyük bir eksiklik vardı. Yiyecek mi, su mu, yaralıları yatıracak yer mi? Hayır… O eksiklik morfin idi. Ağrı kesici olarak kullanılan morfinin yokluğuna doktorlarımız şöyle bir çözüm bulmuşlardı:

KARŞISINDAKİ KENDİ ÖZ OĞLUNDAN BAŞKASI DEĞİLDİ!

Sahra hastanesi olarak kullanılan çadırın önüne bir masa konuldu. Masanın başında bir doktor bekliyor, gelen yaralıyı masaya yatırıp değerlendiriyordu. Eğer yaralı iyileşip savaşa dönebilecekse morfin verip ameliyata hazırlanıyor, tedavi edilemeyecek durumdaysa yaralı asker çadırın arkasında bulunan gölgelik alana götürülüyor ve orada şehit oluyordu. Doktor Nusret de o doktorlardan biri idi. Her gün masasının başına geçip yaralıları kontrol ediyor ve neredeyse hepsini çadırın arkasına gönderiyordu:

“Bunu kaldırın, bunu kaldırın, bunu kaldırın!..”

Derken bir gün önüne neredeyse parçalanmış bir yaralı geldi. Bir bacağı kopan ve iç organları dışarı çıkan bu yaralıya Doktor Nusret “Bunu kaldırın!” dedi. Görevliler onu kaldıracakken yaralı inleyerek “Baba!” dedi. Doktor Nusret olduğu yerde çakılıp kaldı. Çünkü karşısındaki kendi öz oğlundan başkası değildi.

Siz olsanız böyle bir durumda oğlunuza morfini verir miydiniz? “Evet!” dediğinizi duyar gibiyim.

ÖNCELİĞİ VATANIYDI!

Doktor Nusret, kararını merakla bekleyen görevlilere “Bunu gölge bir yere götürün.” dedi. Uzunca bir zaman çalıştıktan sonra görevini başka bir hekime devredip hemen oğlunun yanına koştu. Ama oğlu çoktan şehit olmuştu.

Oğlunu gördüğünde “Keşke ilacı verseydim de en azından acısız şehit olsaydı oğlum.” diye düşünmüş müdür? Bunu bilmek mümkün değil ama şu bir gerçek: Doktor Nusret büyük bir fedakârlık gösterdi, sınırlı sayıdaki morfinlerden birini oğlu için kullanmadı. Çünkü onun önceliği vatanıydı.

Vatan bir toprak parçasından ibaret değildir. Topraklarımızı vatan yapan aziz şehitlerimizin ruhları şad olsun.

Mehmet Oğuz KARABEKİROĞLU -  9/A 989

***

Bir hayır müessesesi: İmaret

İmaret, bir yeri mamur ve abat etmek demektir. Osmanlı’da fakirlere ve medrese sakinlerine ekmek, çorba ve saire pişirip vermeye mahsus hayır müessesesine de imaret (aşhane, aşevi) ismi verilmiştir. İslam dininde fakirlere yardım etmek pek makbul ve hayırlı bir amel olduğu için hâli vakti yerinde olanlar, daima yemek ikram etmeyi isterler, zenginler ise birçok hayır işleri yaptıkları gibi imaretler yaptırıp fakirleri doyurmayı da kendileri için birer ahiret azığı sayarlardı.

BEŞ BİN KİŞİYE GÜNDE İKİ DEFA YEMEK

Osmanlı Devleti’nde de birçok imaretler yaptırılmış ve onların devam edebilmesi için vakıflar kurulmuştur. Yapılmasının ve devam ettirilmesinin büyük para sarfiyatına bağlı olduğu bu hayır eserlerinden sadece İstanbul’da yirmi adet vardı. Bu, Osmanlı Devleti’nin hayır eserlerine ne kadar ehemmiyet verdiğinin bir delilidir. En az dört beş bin kişiye günde iki defa yemek verilen bu müesseselerden medrese talebeleri, fakirler, yolcular, cami ve imaret hizmetlileri istifade etmekteydi. İmaretler, sabah namazı vakti açılır; talebelere sabah derslerinden evvel “fodla” denilen ekmek ile çorba dağıtılırdı. Dersten çıktıktan sonra da yağlı pirinç çorbası verilirdi. Bu çorbayı, arzu edenler imarette içerdi. Birçok medresenin çorbası ise talebe arasından seçilen kişiler tarafından medreseye taşınır ve orada talebeye dağıtılırdı. İmaretlerde önce talebelere, sonra fakirlere ve misafirlere yemek verilirdi. Fakirlerin en çok toplandıkları imaretler Fatih’te Laleli ve Şehzade imaretleri, Üsküdar’da Valide-i Atik ve Mihrimah, Eyüp’te Mihrişah imaretleri idi.

Recep Talha SANCAK - 10-C

***

Soruyorum sizlere!

İslam’ın bir zamanlar sancaktarı olan Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar birer cihan devletiydi. Bugün ne değişti de biz Müslümanlar bu duruma düştük, hiç sorguluyor muyuz kendimizi? Çoğumuzun ne Doğu Türkistan’da ne de Filistin’de olanlardan haberi var! Olup bitenlere sesimiz gür çıkmıyor. Boynumuz bükük, başımız eğik… Umutsuz bir vaziyetteyiz. Neden böyleyiz ve neden bu kadar yorgunuz?

Pek çok neden olsa gerek. Birkaçına değinmeden şu sözleri hatırlatmak isterim: “Zor zamanlar, güçlü insanları; güçlü insanlar, iyi zamanları; iyi zamanlar, zayıf insanları; zayıf insanlar da zor zamanları yaratır!” Çok şey anlatıyor bu sözler. Artık kim ne anlıyorsa bu sözlerden…

NEDEN ÜMMET OLAMIYORUZ!

En önemli neden olarak birlik olamamamızı görüyorum. Peygamberimizin tek vücudun azaları olarak buyurduğu ümmet olamıyoruz, birlikte hareket edemiyoruz. Altmışa yakın İslam ülkesi var ama hâlâ neden azınlık gibi yaşıyoruz? Bunun da pek çok sebebi var. En önemlilerinden biri: Bilinç!.. Çünkü daha birbirimizden haberimiz yok. Dünyanın bir yerinde bir çocuğun başına bombalar yağarken kaçımızın haberi oluyor. Daha da garip olanı, bir ağabeyimin söylediği gibi hem olanların farkında değiliz hem de farkında olmadığımız da farkında değiliz!

İmran URAPİN - 9-B

Editör: TE Bilisim