“İnsanlar üçe ayrılır; yukarıdakiler, aşağıdakiler ve düşenler.”

İspanyolca adı Kuyu olan, Netflix Türkiye’de ise The Platform olarak yayınlanan, son günlerin konuşulan filminin mottosu bu cümle diyebiliriz. Birçok festival görüp Netflix’te yayınlandıktan sonra hemen sosyal medyanın ve film tavsiye listelerinin üst sırasında yükseldi film.

Peki, neden?

Elbette Netflix matematiği ile genel kitleyi etkileyecek şekilde kurgulanmış olması, koronavirüs sebebiyle evlerde kaldığımız dönemde herkesin izleyecek yeni şeyler araması en baştaki sebepler.

Bahsedildiği kadar başarılı bir film mi?

Esasında ‘Netflix matematiği’ dediğimde kanaatimi anlamışsınızdır. Birçok fikir gibi The Platform da bu tabuya heba edilmiş.

Nasıl mı?

Filmden bahsedelim…

Platform, dikey olarak inşa edilen, her katında iki mahkûmun yer aldığı ve ortasında kare şeklinde bir boşluğun olduğu düzenek. Burası belki de bir hapishane. Tam bilemiyoruz. Mekândan dışarı çıkmıyoruz zaten. Ortadaki kare boşluk (çukur) yemek servisi için kullanılıyor. Fekat bütün bu organizasyonun mihenk noktası da bu yemektir… Zira yüzlerce kat vardır ve ilk kattan aşağıya sadece bu kare yapıya sığacak kadar yemek konuyordur. Herkes kendine yetecek kadar yese kimse aç kalmayacaktır. Fekat öyle olmuyor. İlk kattakiler gözü açlığın getirdiği hararetle “istediğim kadar yerim” diyor ve 50. kattan aşağıya bir şey kalmıyor. Bu durumda da katlarda bulunan iki kişiden birinin, oda arkadaşını yemesi gibi menfi durumlarla karşılaşılabiliyor.

Sadece şu kadar anlatmamdan bile anlamış olacağınız gibi Platform, özellikle sanayi toplumunun tüketen insanının, kapitalizmi yaşatan zamane insanının aç gözlülüğüne dikkat çekiyor. Herkes kendisine yetecek kadar tüketse dünyayı tüketmeyeceğiz. Ne küresel iklim değişikliği, ne felaketler, ne de açlık-kıtlık yaşanacak. Filmin toplam mesajı bundan ibaret. Gayet güzel.

Gelelim esas mevzua… Bu mesajı “nasıl” vermiş. Malumunuz, filmin en önemli değerlendirme unsurunun “nasıl” sorusuna verilecek cevaplarla mümkün olacağını düşünüyorum. Hikâyesi ne kadar doğru ya da iyi olursa olsun bir filmi iyi yapan şey bütünlüklü olarak “nasıl” sorusuna verdiği cevaplardır.

Fikir, Netflix matematiğine kurban edilmiş. Diyaloglardan kurguya, teknik hususlardan oyunculuğa kadar birçok başlıkta tipik bir Netflix işi görüyoruz. Beğenenler olabilir. Bu benim için olumsuz bir referans…

Önce tiyatro eseri olarak kaleme alınmış olan metin sinemaya uyarlanırken tiyatro etkisinden kurtulamamış. Diyalogların didaktikliği, oyunculukların büyüklüğü bunun göstergesi.

Filmde birçok metafor ile anlam katmanları oluşturulmuş. Ancak metaforlar metaforluktan, simgeler ise simgelikten çıkmış. Seyircinin anlaması için imkan bırakılmamış. İzah da edilmiş. Bazısı diyalogla bazısı görselle, fazlasıyla izah edilmiş.

Esas oğlanımız Goreng, buraya gönüllü olarak girmiştir. Bir diploma almayı düşünmektedir. Mekanın tam olarak nasıl bir yer olduğunu bilmediğimiz için fazlasına vâkıf değiliz (filmdeki güzel muğlak alanlardan biri bu, biraz düşünelim değil mi). Goreng mekana girerken Don Kişot kitabını alıyor. Oda arkadaşına da zaman zaman okuyor. Ve bakın Allah’ın işine ki Goreng, tıpkı Don Kişot gibi, kim olduğunu bilmediği düşmanlara karşı savaşmayı seçiyor! Baharat isimli siyahi arkadaşıyla ellerine aldıkları metal sopalarla da bunu yapıyorlar.

Platform’da 333 kat, her katta iki kişi var. 666 kişi eder. Her katta 2 dakika kalıyor. Bütün katların 666 dakikada inilmesi demek oluyor. Bazı Hıristiyan inanışlarında 666 genelde Şeytan ile özdeşleştiriliyor imiş. Bu da Goreng’in esasında şeytan ile mücadele ettiğini mi gösteriyor? Ya da şeytanın mekânında?

Ve elbette Goreng’in kanlar içinde kalmış, saçları dağılmış halini gördüğümüzde de Hıristiyan geleneğinin meşhur ‘Mesih’ ikonunu hatırlıyoruz. Hay Allah, keşke söylemeseydim, belki anlamazdınız!

Platform mekanizmasının ve işleyişinin hayat ile özdeşleşebilmesi de mümkün. Sistemi kuran Tanrı mı? Peki, Tanrı, insanın bu denli kötü olmasına müdahale edemiyor mu? Ya da etmiyor mu? Materyalist bir bakışı da olan filmin bu sorulara vereceği ya da verdireceği cevabın dindarca olacağını zannetmiyorum. “İnsanoğlu Tanrı’yı doğru anlasa bunlar yaşanmaz” gibi bir sonuç da aradım ama bulamadım. Neresinden tutarsak tutalım, Hıristiyan teolojisi ile oluşturulmuş alt metinde Tanrı’yı da ‘suçlayan’ kaba unsurlar var.

Özellikle Küp filmini hatırlatan Platform, bahsettiğim örnekler gibi daha çok sayıda unsur ile kült bir iş olma şansını kaçırmış. Fragmanını izlediğinizde bile ne kadar ‘açık eden’ tarzı olduğunu göreceksiniz.

Bir film illa da ‘açık etmeyen’ tarzda mı olmalı? Elbette değil…Ancak festival görmüş, takdirle karşılanmış ve o minvalde lanse edilmiş filmi böyle değerlendirmek hakkımız… Yani iddiasıyla…

Daha satırlar ve sayfalar dolusu yazılabilir. Ancak ‘yerim dar’!

Netice-i kelam; Platform, sinema tarihinin güzide çalışmalarından biri olacakken, Netflix matematiğine (yapay zekanın izleyiciyi tahlil ettiği algoritmanın sonucu) mağlup olan vasat bir çalışma olarak kalmış.