Başında Kudüs’ü taşıyan kız. Onu kız öğrencilerin okul duvarlarıyla, mahkeme kapıları arasında savrulduğu yıllarda tanımıştım. Fakültedeki forumlardan, kitap evlerinin küçücük salonlarındaki konferanslara; Filistin için gözyaşı döktüğümüz eylemlerden, okulun koridorlarında tebliğ için kurulan stantlarda tutulan nöbetlere kadar nereye gitseniz onu görürdünüz.

O küçücük bedeniyle inancını, davasını her daim haykırırken, sesini asla duyamazdınız. Kimseyle tartışmaz, sesini yükseltmez, sadece olması gereken yerde olurdu. Adeta bu dünyaya nöbet tutmak için gelmişti: Vücudunu amansız illet sardığında, tüm sevenlerinin onunla dua nöbeti tuttuğu gibi. Sonunda kanser bu zayıf bedeni tamamen esir alıp tükettiğinde ardında, hepimizin hikayesindeki bir parça yeri de alıp götürdü.

Çoğu zaman Filistin poşusunu başörtüsü olarak kullanırdı. Bu adeta onun remzi olmuştu. Onu gördüğünüzde İsrail askerlerinin buldozerle yıktığı sonra da aşağılamak için duvarına pislediği karargâhında esir edilen Arafat’ın yalnızlığını hatırlardınız. Bir sabah namazında tekerlekli sandalyesinde füzeyle şehit edilen Şeyh Ahmet Yasin gelirdi gözleriniz önüne. Bir yoldaki işaretti, başta taşınan poşu.

Başörtüsü mücadelesinin sadece bir kıyafet özgürlüğü talebi olmadığını, Müslüman kadının bu dünyada söyleyecek pek çok sözünün var olduğunun yürüyen şahidiydi. İşte bu yüzden hepimizin hikâyesinin bir parçasıydı Zekiye. Mücadelenin sadece yasakçılara karşı değil, kadına evden başka bir yerde hayat hakkı tanımayan; eğitim almasına, meslek edinmesine karşı çıkan bağnazlığa da karşı olduğunu göstermişti.

Bu kısa ömründe, bin yıl sürecek denilen darbelerin yok olduğunu, yasakların bittiğini gördü. Okul kapılarında tüketilen hayallerin sonunda, yeni nesillerin polis teşkilatından, TBMM’ye hatta TSK’ya sorunsuzca girebildiğini gördü. Hatta görkemli bir devrime şahit oldu gözleri: Ayasofya özgürleşti.

Bizim neslimiz hem zorlu bir mücadeleye, hem de zaferlere şahit oldu. Bir de nelere sahip çıkmamız gerektiğine, aksi halde nankörlüğün bedelinin ne kadar ağır olabileceğine.

Ardından kendisiyle vedalaşan üniversitedeki arkadaşı İletişim Başkanımız Prof. Dr. Fahrettin Altun’un mesajı değildi beni hüzne boğan. O bir dava arkadaşınınvedasıydı çünkü, hepimiz gibi. Asıl Diyanet İşleri Başkanımızın sözleri, göz kapaklarına hücum eden yaşların sebebi oldu: “Başörtüsü mücadelesinin en ön saflarında, inancı ve ideali uğrunda verdiği mücadelesiyle hafızalarımızda yer edinen eğitimci…”

Bu sözlerin büyüklüğünü, kelimelerde ifadesini bulan devrimi anlayabilmek için 28 Şubat’ın Diyanet’e kadar sirayet eden soğukluğunu bilmeniz gerekir. Bir tek bu güzel vedayı duyamadı kulakları. Fakat ahiret yurdunda haberdar edileceğinden kuşkum yok.