Dünyada kadına yönelik şiddetin görülmediği ülke ve toplum neredeyse yok gibidir. En çok şiddete, haksızlığa, hakarete, dışlanmaya uğrayan ve hayatlarını bu şekilde kaybedenler, kadınlardır. Dünya genelinde, hayatları boyunca “her 3 kadından biri” fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddete maruz kalmaktadır.

Türkiye’de de durum kaygı vericidir.

Türkiye, son yıllarda dünyadaki gidişata paralel olarak kadına şiddetin gittikçe artmaya başladığı bir ülke oldu. Eğitim düzeyinin artması ve ekonomik refah seviyesinin yükselmesi “kadını aile ve toplum içinde daha huzurlu bir konuma” getireceği beklenirken, şiddet, şikâyet ve vukuat oranlarının gittikçe artmasıyla bu beklentinin zıddı bir durum ortaya çıktı.

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, Türkiye’de kadınların yüzde 38’i hayatlarında “en az bir kez” eşlerinin/arkadaşlarının şiddetine maruz kalmaktadır. Her gün çok sayıda kadın, eşi, arkadaşı veya çevresi tarafından darp edilmekte, hakarete uğramakta veya hayattan koparılmaktadır. Sadece bu Mayıs ayında Türkiye’de 21 kadın, cinayete kurban gitmiştir. Dövülme, dışlanma, mobbing, hakaret, engelleme ve yaralama gibi vukuatlara maruz kalanların haddi hesabı yoktur.

Son yıllarda “siyasi kamplaşmanın bir yansıması” olarak, kadınlara yönelik ağza alınmayacak hakaretlerin sosyal paylaşım ortamlarında alenen yazılması, konuşulması ve paylaşılması bu yozlaşmayı tahammülü imkânsız boyutlara taşımıştır. Hele hele son günlerde eşleri veya kendileri farklı yelpazelerde siyaset yapan “3 kadına yapılan edebe mugayir hakaretler” ve küfürler, toplumun tüm kesimlerinde büyük infial yaratmış durumdadır.

Bu üç kadından birisinin Sayın Cumhurbaşkanının kızı olması, nihayet kadına şiddete karşı devleti köklü tedbirler almaya sevk etmiştir.

Genelde hiçbir konuda bir araya gelemeyen siyasi figürlerin ve farklı siyasi kitlelerin, toplumu temelinden tehdit eden bu çürüme ve yozlaşmaya karşı ortak tavır almaları sevindiricidir. Elbette, aile yapımızın temeli olan kadını hedef alan bu saldırılara karşı, yönetenlerin bu zaman kadar hiçbir ön yargı göstermeden “hukuk ve adalet terazisi ölçeğinde” gerekli tedbirleri almaları gerekliydi; ama olmadı. Geç de olsa şiddeti ortadan kaldırmaya yönelik gayretler yine de takdir edilmelidir.

Kadına hakaret, şiddet ve dolayısıyla itibarsızlaştırma girişimleri sadece evde eş ve sokakta kimliği meçhul kişiler tarafından yapılan bir şey değildir. Kadınların iş ortamlarında uğradıkları benzer hakaretler bunlardan hiç de aşağı değildir. Çalıştıkları iş ortamlarında “yönetenler” tarafından dışlanan, hakarete uğrayan, engellenen, yükseltmelerde önleri kesilen ve haklarını aradıklarında çeşitli ithamlarla itibarsızlaştırılan kadınların yekûnu çoktur. Korku, baskı ve gelecek endişesi ile amirleri ve üst düzey yöneticiler tarafından yapılan yüz kızartıcı bu tarz baskılar maalesef sineye çekilmektedir.

Gerek resmi ve gerekse özel sektörde çalışırken yönetenlerin şiddetine maruz kalan kadınların oranı, sokakta ve evde şiddete maruz kalanlardan belki daha da fazladır. Atandıkları makamlarda birer zorba olan, kendilerini oraya getirenlerin yörüngesinde ise uysal koyun görüntüsü veren,“hasta ruhlu bu tarz kişilerden” tamamen kurtulmak, umarız yapılacak olan hukuki düzenlemelerle sağlanmış olur.

Kadına şiddet uygulayan evdeki eş, sokaktaki meçhul kişi ile bu tıynetteki bürokrasi ve iş dünyasının tepelerindeki kişilerin “ruh dünyaları” aynıdır. Yani psikolojik olarak hastadırlar ve tedaviye muhtaçtırlar. Bu tarz kişileri, konumuna ve yerine bakmaksızın bir klinik süzgecinden geçirdikten sonra yargılamak toplum sağlığı için daha gerçekçidir.

Ailenin ve toplumun temeli olan kadın, şiddete değil saygı ve sevgiye layıktır.