III. Selim ve II. Mahmut’tan itibaren maruz kaldığımız modernleşme ve uygarlık tutkusu bizi, modern ve Batılı bir eğitim sistemi ve müfredat tartışmalarıyla karşı karşıya bıraktı. Tanzimat bu olguyu devlet eliyle yürürlüğe koydu. Ancak meseleyi çözmekten uzak düştü. Hep bir eğitim ve yetişmiş/yetiştirilmiş bir insan tipi meselemiz vardır ve asla yetiştiremeyiz. Ziya Paşa (1829-1880), J. J. Russo’nun Emil tercümesi için yazdığı ön söze “İnsan çocuktan olur, çocuk da terbiye ile insan olur.” sözüyle başlar. Sonra 'İnsanlarda insanlık gerektiren bir iz, hakikat, alamet ve vefanın kalmadığını bunun devlet ve milleti yıkımın eşiğine getirdiğini, sebeplere bakıldığında da zulüm, cehalet ve kötülüğün hâkim olduğunu; bunların ortadan kaldırılmasıyla yeniden ıslahın mümkün olacağını sanıyoruz…' anlamında sözler sarf ediyor. Sonra uzun uzadıya yapılan yanlışları sıralayarak "Ya bu fenalıklar devam ederse bu devlet, bu milletin akıbeti mahv ü münkariz (sona ermek, yıkılmak) olmayacak mı?" diye sorar. Ziya Paşa’nın 1860’lı yıllardan sonra bu eserin tercümesiyle meşgul olduğunu kabul edersek yaklaşık iki asırdır bir “modernleştirme eğitimi” arayışımız var. Mizancı Murat’ın Mansur’u, Fikret’in Haluk ve Şermin’i, Akif’in Âsım’ı… İdeal nesil arayışlarının birer örneği olarak karşımıza çıkar. Reşat Nuri'nin Çalıkuşu'ndaki Feride’si, Yeşil Gece’sinin Şahin öğretmeni, Kan Davası'ndaki Ömer'i idealist öğretmen arayışının örnekleri olarak yeni zamanların gençlerini yetiştirecektir. Köy Enstitülerinde ülkenin "ruh mimarlarını" yetiştirme çabaları da idealist ve yeni Türkiye idealine inanmış bir nesil yetiştirmeye yönelikti. 60 sonrası toplumcu yazarların "köy romanları" da ülkeyi eğitimle dönüştürmenin tarihini hatırlatır.

Bütün bu çabalar eğitimde ideal öğretmen sorununu çözemedi. Maarif sisteminde taklitçi ve içselleştirilmeyen eğitimcilik, toplumun bir kesimini dikkate almayan eğitim anlayışları ve ideolojik körlükten dolayı bir türlü doğru sonuç vermeyen bir sitem hep gündemde kaldı. Tanzimat Batılılaşması, Meşruti yönetimler ile Cumhuriyet’in jakoben/tepeden inmeci ve tek tipçi eğitim anlayışı da başarılı olamadı. Çünkü eğitim arayışlarımız tarih, gelenek ve mirastan kopuk planlandı; verilen eğitim “okul, sokak, ev ve medya” ile çatışma hâlindeydi. Evde yaşanan okulda reddedildi, okulda öğretilen sokakta teyit edilemedi, medyanın söylediği hakikatlerden uzak düştü. Sosyal medya makul çoğunluğun bildiği dili bile konuşmuyor, anlık üretilmiş post-truth (gerçeklik ötesi) yalanlarla kurgulanmış bir algı dünyası dayatıyor. Bu ortamda sağlıklı ve doğru bir eğitim mümkün değil.

Modernleştirmeyi hayatın merkezine alan paradigma; kendisine, değerlerine, ülkesine ve ailesine yabancı bir nesil yetiştirir. Eğitim olarak tavsif ettiğimiz sürecin kültürel bagajımızdaki terimlerini burada hatırlatmakta fayda var: “Talim (ilim öğrenme), terbiye (Kelime, Allah’ın Rab sıfatından türetilmiş olup ahlak, görgü ve bilgi anlamında kullanılır.), ilim, talim, tedris (ders verme, ders öğretme, öğretim, idrak ve doğru kavrayış), muallim, talebe, âlim, mürebbi/ye… Anne rahminde başlayan kesintisiz bir süreci anlatır. Bu süreç kişi merkezli, tek tipçi ve ayrıştırıcı/ötekileştirici değildir.

Avrupa aydınlanmasıyla başlayan ve sanayileşme sürecini besleyecek insanı yetiştirmeye odaklanmış bir anlayışı mit’leştiren eğitim sistemi, elekten geçirilmeden coğrafyamıza aktarılınca tarih, kültür ve edebiyatımızla çatışmaya başladı. Pagan kral Büyük İskender, tarih kitaplarında da büyük olarak yer alırken; II. Abdulhamit, Ermeni yaftalarıyla Fransızcadan “Büyük Cani” ve “Kızıl Sultan” olarak tercüme edildi. Tarih kitaplarında Sultan Vahdettin, “hain” ve “hazineyi soyan sultan” olarak genç dimağlara fısıldandı. Bin yıllık edebiyat geleneğimiz Divan Edebiyatı yaftası ile ötekileştirildi. Oysa eğitimin amacı ülke insanını ortak bir düşünüş, kavrayış ve tevarüs eden geleneğin değerlerine vâkıf ve şuurlu kişiler olarak inşa etmektir.  

Tercüme ile yapılan bilim ve o bilimi yapmak üzere yetiştirilen mukallit nesille eğitim sisteminde büyük ilerleme kaydetmenin mümkün olmadığı dikkate alınıp; eğitim paradigmasının, 80 Anayasası’nın 42. maddesinin değiştirilerek ülkemiz gerçeklerine uygun bir sistem hâline getirilmesi gerekiyor. Daha önce de yazdığım gibi öncelikle ihtiyaçlar ve gelecek dikkate alınarak hayatın içinden gerçekçi bir maarif modeli geliştirmek zorundayız. Bu aziz ülkenin her ferdi üniversite diploması almak zorunda değildir. Marangoz, tarım teknisyeni, bakım hemşiresi, su altı kaynakçısının olmadığı; milyonlarca diplomalı vasıfsız insanın bulunduğu bir ülkenin ilerlemesini mümkün gören varsa başını ellerinin arasına alıp biraz tefekkür etsin.

Türkiye’yi yönetme iddiasındaki kadro, eğitimi artık en temel mesele olarak düşünmek ve ülkenin imkânlarını verimli hâle getirecek inşacı bir nesle yatırım yapmak zorundadır. Her şeyden biraz öğreten ve aslında hiçbir şey öğretmeyen pragmatist John Dewey sistemi tamamen rafa kaldırılmalıdır. Kimliğinden kopmadan “Batılı gibi düşünmek, yazmak ve yaşamak” Şinasi ve arkadaşlarının uygarlık hedefiydi; Tanzimat aydınlarından cumhuriyet seçkincilerine aktarıldı, onlar da Anayasal güvence ile kültür ve edebiyat dünyamızda din yerine ikame ettiler.

Eğitim, insan yetiştiren ve insan hayatında fark yaratan bir süreç olmalı. Ve eğitim, düzeyi yükseldikçe insanı sorumluluk sahibi, merhametli, sözünde duran, adalet ve hak gözeten vicdanlı bir insan olmaya yöneltmeli. Türkiye’de eğitim görmüş insanlar gayr-i adil, insafsız, bencil, çıkarcı ve yakınları ile çevresindekileri gözeten diplomalı cahiller üretiyor. Bir dine inanma tercihinde bulundukları için ahlaki duyarlıklara ihtiyaç duymuyorlar. Havadan ve çalışmadan kazanılan veya “bulunan” çok paranın -gariptir Türkçeye ‘parayı bulmakdiye bir retorik girdi.-, helal ama az paraya tercih edildiği bir yönlendirilme ile karşı karşıya toplum. Herkes yanlış dese de bu ülke coğrafyasının, tarihinin, kültür ve medeniyetinin, tarımının, üretiminin, değerlerinin ve fikirlerinin önemli olduğunu öğreten bir sistem, bu aziz ülkeyi ileri taşıyacaktır. Eğitim, ideolojik saplantılarla düzenlenecek kadar değersiz bir uğraşı alanı değildir.