“İmlamız lisanımız düzelince, lisanımız da kafamız düzelince düzelecek; çünkü o da ancak onlar kadar bozuktur, fazla değil.” diyor, Yahya Kemal. Türkçe uzun yıllardır hep bir kavganın, ideolojik ayrışmaların, kamplaşmaların ayrışma alanı. Tanzimat’la başlayan, Genç Kalemler çevresinde milliyetçilik kayığına bindirilip, Cumhuriyet’in ilanından sonra Batılılaşma uğruna kültür ve medeniyeti tasfiye aracına dönüştürülen dil, Latin alfabesine geçişten seksen yıldan fazla bir zamanda ortak bir dil ve imla zemini oluşturulamadı. Çarpıcı bir örnek olarak ilk dönem edebi metinlerdeki dil çarpıklığını Fransızcaya yakınlık üzerinden Araba Sevdası’nda görürüz. Roman sadece dönem yazarının ve yazarlarının kültürel birikimi, dile bakışı ve dili kullanışı, sanat ve dünya görüşü, zihniyet dünyası ve içinde yaşadığı toplumun kişilik özellikleri üzerinden yaşadığı çağı kavrayışı, bakışı ve değerlendirişi ile ilgili önemli veriler sağlar. Dönem hakkında fikir vermekle yetinilmeyen metinler; yazıldığı zaman aralığının kültürel hayatı, dili kullanma biçimi ve dilin yapısı, dönemin tarihî olayları, dönem sosyolojisi ve siyaseti konusunda günümüz okurunu aydınlatır.

Yukarıda Yahya Kemal'den yaptığımız alıntı, dönemin dil ve düşünce arasındaki ilişkisine dair önemli bir tespiti bize aktarıyor. İmlanın düzelmesini önemseyen Yahya Kemal, bugün yaşasaydı bu duruma ne derdi? Yazı ve okur-yazar çevrelerinde yürürlükteki beş altı imla kılavuzunun birini esas alan veya birkaçından yararlanmaya çalışanların yanı sıra kurumlara ait kılavuzlar da var maalesef. İmlayı kaybettik, imlaya bağlı olarak kelimelerimizi kaybettik. İmla bozulunca ve kullanılan kelime sayısı azalınca düşünme imkânları da sınırlı hâle geliyor, çünkü düşünmek için kelimelere ihtiyaç var. Dille oynamaya başlama tarihi ile düşünce iklimimizin çelişki ve çıkmazlara düçar oluşu tarihi birbirine epey denk düşer. Çünkü bozulma, farklı bozuk alanları da çoğaltıyor. Bir toplumun dili bozuksa düşünce dünyası da bozulmaya başlıyor ve o toplumun iletişim, birbirini anlama zemini ortadan kalkıyor, geçmişin sesleri duyulmaz oluyor ve hayat “şıkıdım şıkıdım” !..

“Çağdaş medeniyet seviyesini yakalamak” için çıkılan yolculuk, bir süre sonra kaçınılmaz olarak gerçek anlamda bir medenileşme zemini oluşturma yerine toplumun okur yazar sınıfını Batılılaşmayla karışık sınırları çizilmemiş bir modernleşme peşinden koşmaya sürükledi. Nehir bulanınca sonraki yıllarda nesiller arası kopukluk, kültürel köksüzlük ve her geçen yıl medeniyetle ilişkinin zayıflamasına sebep olan dilden kopuş sürecine girildi.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “medeniyet değiştirme” olarak adlandırdığı büyük kopuş, birbirine tahammül edemeyen insanların, birilerinin kelimeleriyle alay eden ideolojik kampların oluşmasına zemin hazırladı. Ders kitapları bile buna benzer saiklerle hazırlandı. Bugün hâlâ dil eksenli tartışmalar inatla sürdürülüyor. Batılılaşma taraftarları biliyorlar ki derinliği ve kültürel bağları olan kadim kelimeler yaşadıkça toplumu geleneklerinden ve dinlerinden uzaklaştıramayacaklar. Şuur yerine bilinç, fert yerine birey ve hafıza yerine bellek vb. hayatımıza girdiğinde; Maraş’ı kahraman kelimesiyle tarihî birikiminden kopardığımızda şatafatlı ama muhtevası olmayan bir yapı kurmuş oluruz. Beton şehirlerde yaşayan ve yağmurdan sonra toprak kokusu bilmeyen nesil, şehir, mimari, medeniyet ve kültürle nasıl ilişki kuramıyorsa; kadim kelimelerin o muhteşem sesinden mahrum nesiller de kadim zamanlardan kopup gelen seslere sağır hâle geliyor.

Türkçe, on dokuzuncu yüzyılda Fransız etkisiyle maruz kaldığı sayıklama özentiliğini uzun zamandır beyaz yakalılar tabir edilen diplomalı çevrelerde sürdürüyor. Uydurma plaza dili denilen Türkçe-İngilizce karışımı dil, yüksek katlı binalarda mensubiyeti meçhul, akşam eve dönünce dedesi, ninesi hatta anne babasıyla konuşamayan bir sınıfın dili oldu. “Modern iş kasabaları” olarak nitelenen yüksek katlı binalardaki profesyonellerin sıklıkla kullandığı bu acayip dil, Türkçe olmadığı gibi İngilizce ya da bir başka dil de değil. Bir iki hatırlatma: “Assign etmek: Bir iş için herhangi bir çalışanı görevlendirmek. ‘Satışı Aysel’e assign edebiliriz.’ Down olmak: Moral olarak çökmek. ‘Toplantıda söylediklerinden sonra çok down oldum.’ Schedule etmek: Planlamak, programlamak. ‘Yarına schedule edersen sorun olmaz.’”

Bir süredir bu dil züppeliğini aşan yeni dil züppelikleri sosyal medya ve kimi özel okulların kantinlerinde görülür oldu. Uyduranların yeni ve kendince uydurmalarıyla konuştuklarını sandıkları; söylenen ve yazılanı anlamadan yeni uydurma seslerle karşı tarafa cevap verdiği, ancak tarafların birbirini anlamadan sahte kahkahalarla anlamış gibi yaptığı yapay bir dil.

Acil ve zaman kaybetmeden anaokulu denilen ve ana dilinde henüz birkaç kelime sayıklayan bebelere İngilizce dil öğretmeye çalışma yerine Türkçe öğretmeye başlayalım. “Grandfather”ın “dede” kelimesinden, “mom” demenin “anne” sesinden daha kıymetli olmadığını çocuklarımıza öğreterek başlayalım. Ders kitaplarımızda geçmişe nefret besleyecek tanımlamalar yerine değer atfedecek isimlendirmeler yapalım. Divan edebiyatı demek yerine “Klasik Edebiyat” diyerek edebiyatımızı kadim bir değere dönüştürelim. “Batı Klasikleri” diye pagan kültürüne uzanan ve Zeus’a hayranlık aşılayan anlayış yerine Âkif, Fikret, Şeyh Galip’ten Fuzulî’ye yolculuk yapabilecek yeni bir yol açalım. Okullarda dil ve edebiyat derslerinin niteliğini bu anlayışla artırırsak öğrencilerin klasik Türk edebiyatı ve modern Türk edebiyatını öğrenmelerini sağlayabilirsek birbirini anlamadığı için bağıran bir nesil yerine konuşan ve anlayan bir nesil yetiştirebiliriz.