Düz, derinliksiz bir Almanya yazısı. Hea? Olmaz mı? İlla ‘stratejik derinlik’ mi lazım? Dün Almanya Şansölyesi Angela Merkel, Başbakanımız ve Cumhurbaşkanımızla görüştü. Fotoları gördüm. Sığ analizlerime o fotoda gördüklerimi de katacağım. Kuzey devletlerinin hükümetlerine yakınlığıyla bilinen gazetemiz Diriliş Postası’nın Alman uzmanı yöneticilerini rahatsız etmekten çekinmeden yazacağım ne yazacaksam. Hata yaparsam yarın “lafı uzatmadan”da özür dileriz olur biter.

Almanya vize demektir. Pofuduk montlar giyen ilginç tıraşlı hala/dayı çocuklarını görmeye gitmek için alınması gereken bir şey. İş adamıysan filan Alman müşterileri görmeye gitmek ve fuarlara katılmak için de gereken bir şeydir vize. Fakat ne saçmadır. Can havliyle vize verilsin diye bankaya on bin lira yatırılır. 18 yaşındaki sabilerin üstüne ev tapuları yapılır, şirketlerin 10 yıllık bilançoları yazıcıdan çıktı alınıp dosyaya konur. Mahalledeki fotoğrafçıdan biometrik rötuşsuz foto çektirilir. Biz rötuşsuz foto sevmeyiz. Nedir kardeşim bu. Üç kuruşluk Alman çikolatası için katlanılmaz bir çile.

Almanya futbol demektir. Borisya dortmunt, bayer münih, verder bremen filan. Sanki hep iyi futbol oynuyorlarmış gibi görünürler ama ne bileyim bi Barcelona değildirler. Açıkçası isimleri her daim zor telaffuz edildiği için aklımızda hiçbir futbolcusunun ismi kalmaz. Schweinsteiger diye star ismi mi olur kardeşim? Allah’tan Mesut Özil Alman Milli takımında oynamaya başlamıştır da az biraz fikir sahibi olmuşuzdur. Biz en son Bekenbauer’de kaldık kardeşim. Onu da bize filmde tıraş bıçağı satan Şener Şen tanıttı. Ötesine geçemedik.

Almanya arabalar demektir. Emisyon oranlarında üç kağıt çevirmeleri bile karizmalarını sarsamadı. O kadar çirkin araba üretmelerine rağmen “aman da kaliteliymiş, aman da güvenliymiş” diye diye tepemize çıkardık, yapacak bir şey yok. Hitler’in halk arabası üretmek için kurdurduğu fabrikadan çıkan arabalarda 0’dan 100’e 8 saniyede çıkmak biraz şey geliyor bana.

Bir de zamanında Almanya’ya hicret etmiş tanıdıklarımızdan duyduklarımızı toparlayınca zihnimizde, soğuk bir ülkeymiş gibi geliyor bana Almanya. Büyük bir marifetmiş gibi bize anlatılan “dakik tren seferleri”, “kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçmeyen yayalar” filan, ne bileyim üstün Alman teknolojisi teranesi gibi geliyor kulağa. Üstün Alman teknolojisi diye de bir şey var. Disiplin. Hani atanamayan Amerika havaları. Tamam. Pazarlık şansı yüksek bir ülkesin. Bölgede etkilisin filan da amaaan ne bileyim; “aşık çiftler” Paris’i tercih ediyor, Gershen Kirshen’in böyle bir olayı yok. Frankfurt’un da yok. Araba, disiplin, fuar, futbol, Avro, Kaufhof ile nereye kadar.

Kendimi, ‘Almancı’ diye karikatürize edilen tiplerin psikolojik etkisinden özenle korumaya çalışıyorum. Eskiden ‘Almanya’dan gelen tanıdık’ önemli bir şeydi. Ekmeğe sürülen sıvı çikolata getirirlerdi gelirken bize. Değişik oyuncaklar filan. Altlarında bize uzay aracı gibi gelen süper arabalar olurdu. Uzak bir gezegeni anlatır gibi anlatırlardı bize Almanya sokaklarını. Konuşurken arada ‘Danke’, ‘Yeah’ filan derlerdi. İlginç gelirdi. Ama şimdi çikolatanın kralı da bizde, arabanın kralına da biz biniyoruz. Tren filan bizde de var artık. Arada devrimci takıldığımız oluyor ama kırmızı ışıkta biz de geçmiyoruz karşıdan karşıya. Bi numarası kalmadı Almanya’nın yani. Almanya’daki tanıdıklar Türkiye’ye gelince her seferinde biraz daha Dolmabahçe görmüş Merkel gibi hayran kalıyorlar ülkelerine. Kesin dönüş için can atıyor hepsi.

Neydi o kelime? Konjonktür mü deniyordu, ne deniyordu? Hah! O değişti artık değişti.