Hiç şüphesiz 1990’lı yılların en stratejik provokasyonlarından biri, gazeteci Uğur Mumcu suikastıydı. Gazeteci Uğur Mumcu, arabasına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu feci şekilde hayatını kaybetti. Yetkililer, 15 dakika gibi kısa bir sürede olay yerine geldiler. Ancak olay yeri inceleme ekiplerinin her kareyi titizlikle incelemeleri ve olay yerine yetkililerden başka kimseyi sokmamaları gerekirken, onlar tam tersini yapmışlardı. Yetkili yetkisiz herkes olay yeri çevirme bandının içine girerken, delil olabilecek birçok parça da belediyenin temizlik ekipleri tarafından bilinçsizce süpürülüp çöpe atıldı.

Emniyet Genel Müdürlüğü Kriminal Laboratuvar incelemelerine göre, suikastta RDX cinsi patlayıcı madde kullanılmıştı. Söz konusu madde ile yapılan bomba, otomobilin altına bakılsa bile görülmeyecek şekilde vites kolunun altındaki iki şase arasına yerleştirilmişti.

KARANLIK ELLER ANKARA’DA

Yine uzmanların verdiği bilgiye göre, bombanın arabaya yerleştirilmesi sadece 35 ila 38 saniye sürmüştü. Bombanın patlamasını sağlayacak düzenek ise, vites kolu levyesine misina ipiyle bağlandığı için, vites boşa alındığında bomba büyük bir gürültüyle infilak etmişti. Karanlık eller, Ankara’da Uğur Mumcu suikastının planlarını hazırlarken; İstanbul polisi de suikasttan sadece bir gün önce ilginç bir operasyona imza atıyordu.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü kayıtlarına göre, bir istihbaratı değerlendiren İstanbul Terörle Mücadele Ekipleri ile Kadıköy İlçe Emniyet Müdürlüğü Araştırma Büro Amirliği’ne bağlı ekipler, 23.01.1993 günü Kadıköy ilçesi, Erenköy Mahallesi STFA Blokları Okul Sokak, B-7 Blok’a ait otoparka operasyon düzenlemişti. Otoparkta bulunan 34 BAE 08 plakalı gri renkli Kartal marka otoyu anahtarla açmaya çalışan ‘Süleyman Tokmaktepe’ sahte isimli ve Batman doğumlu Mehmet Zeki Yıldırım gözaltına alındı. İşte asıl film de bundan sonra başlayacaktı. Zira İstanbul polisine göre Muammer Aksoy cinayetiyle gündeme gelen ‘İslami Hareket’ isimli gizli bir örgüte ulaşılmıştı! Mehmet Zeki Yıldırım, İstanbul Terörle Mücadele Şubesi Ekipleri’nce vakit kaybedilmeden sorguya alındı. Kısa sürede örgütün tüm bağlantıları çözülmeye başlamıştı! Zira Mehmet Zeki Yıldırım, Bostancı Tünel Caddesi, Tekper Sitesi B-Blok’ta bulunan 10 numaralı dairenin, ‘İslami Hareket’e ait bir örgüt evi olduğunu iddia ediyordu. Bunun üzerine İstanbul polisi, 26.01.1993 tarih ve saat 9.00 sularında söz konusu daireye baskın düzenledi. Evde bulunan ‘İsa’ kod adlı Mehmet Ali Şeker, ‘Eşref’ kod adlı Abdulaziz Ocakoğlu, ‘İzzet’ kod adlı Mehmet Şahçınar, ‘Rafet’ kod adlı Mehmet Candirek ve ‘İsmet’ kod adlı Yusuf Altun gözaltına alındı. Sanki ‘birileri’ daha önce isimleri belirlenmiş kişileri tek tek ele veriyordu.

REKLAM VE HEDEF SAPTIRMA

Polis kayıtları, yapılan aramalarda evin tam bir cephanelik olduğunu gösteriyordu. Üstelik tesadüfe bakın ki, ele geçirilen cephanelik arasında Mumcu cinayetinde kullanılan C-4 cinsi patlayıcı maddeler de vardı. Hem de tam 33 kg… Mumcu cinayeti duyulur duyulmaz, ajans, gazete ve televizyonlar aranarak suikastı üstlenme yarışı başlamıştı. Bu menfur saldırıyı İBDA-C örgütünün yanı sıra, kamuoyunda isimleri hiç duyulmamış ‘İslami Kurtuluş Örgütü’ ve ‘İslami İntikam Örgütü’ adına üstlenenler oldu. Belli ki kimileri reklam derdinde, kimileri de hedef saptırma peşindeydi. İşte bu malzeme, konjonktür gereği algı operasyonu için hazır bekleyen yerli ve küresel medya açısından bulunmaz bir fırsattı. Başta Türk medyası olmak üzere bütün dünya basını, suikastın bir “İslami örgüt tarafından yapıldığı” algısını oluşturabilmek için inanılmaz bir çaba içerisine girmişti. Cinayeti bir ‘İslami örgüte’ yıkma çabası içerisine giren yabancı basın organlarının başında, ABD/Batı ittifakının küresel psikolojik harp gazetesi New York Times geliyordu. Onu Fransa’nın en çok okunan gazetesi Le Monde ve İsrail’in en çok okunan gazetesi Haretz izledi…

Konu üzerinde çalışan hemen bütün uzmanların “çok profesyonelce” dediği Uğur Mumcu suikastı, tam anlamıyla nokta atışıydı. Zira gerek cinayetin delil bırakmadan işlenmiş olması, gerekse her faili meçhul cinayetten sonra ‘İslami Hareket’ ve ‘Hizbullah’ örgütlerinin medya yoluyla ön plana çıkarılması, aslında NATO’nun yeni konseptiyle birebir örtüşüyordu. Henüz hiçbir ipucu olmamasına rağmen, televizyon haberlerinin altyazılarında binbir çeşit ‘İslami örgüt’ ismi akıyordu. Basına göre failler bulunmuştu: Cinayet, “İran bağlantılı İslami bir örgüt” tarafından işlenmişti! Aslında bu yaklaşım, 1990’lı yıllardaki her provokatif eylemden sonra ‘birilerinin’ medya yoluyla yaptığı tipik bir hedef saptırma ve dezenformasyon hareketiydi. Dolayısıyla gazete ve televizyonlardaki bu mesnetsiz iddialar karşısında, olay farklı bir boyut kazanmıştı.

Medyada yer alan asılsız haberler ve siyasilerin yapmış olduğu sorumsuz açıklamalar, Uğur Mumcu’nun cenaze törenini bir anda ‘laiklik’ gösterilerine dönüştürdü. Sanki gizli bir el hem sokağı kontrol ediyor, hem medyayı hem de siyasileri yönlendiriyordu. Belli ki provokasyonu planlayanlar gerçek amacına ulaşmıştı. Zira NATO’nun 1990’dan sonra uygulamaya koymuş olduğu “yeni düşman İslam’la savaş” konsepti tıkır tıkır işliyordu. O günlerde oluşturulan hava şuydu: “Ülkede büyük bir irtica tehlikesi var ve İslami terör örgütleri laikleri öldürüyor”… Oysa binlerce kişi “Türkiye laiktir laik kalacak” ve “kahrolsun şeriat” sloganları atarken, kim bilir belki de aynı katiller sokağa döktükleri bu kalabalığın arasına karışıp aynı nakaratı tekrarlıyorlardı. Cinayetin örtbas edilmesi ve hedef saptırılması için çaba sarf eden sadece basın kuruluşları değildi. Soruşturmanın yürütülmesinde de bir takım hukuki gariplikler vardı. Mesela cinayetin Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) ile hiç bir ilgisi olmadığı halde, DGM Başsavcısı Nusret Demiral’ın ısrarıyla soruşturma DGM’ye verilmişti.

Normalde Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürütmesi gereken soruşturmaya DGM resmen el koyarak, Ülkü Coşkun’u soruşturma savcısı olarak atadı. Bu tam bir ‘örtme’ operasyonuydu. Nitekim Nusret Demiral, daha henüz soruşturmanın başındayken bunun ilk sinyallerini verdi. 1984’ten beri 12 yıl DGM Başsavcılığı yapan Demiral, Mumcu cinayeti soruşturmasını devraldıktan hemen sonra; “İran, Rabıta ve Karases Cemalettin Kaplan bağlantısı üzerinde duracağız” diyerek cinayete önyargılı yaklaşacağını daha baştan belli etmişti.

Ya da davayı DGM’ye havale edenler öyle istiyordu. Sahi davanın DGM’ye verilmesi için Nusret Demiral acaba neden bu kadar ısrar ediyordu? Zira Mumcu ailesi, soruşturmanın Demiral’a verilmesine ısrarla karşı çıkıyordu. Uğur Mumcu’nun kardeşi Ceyhan Mumcu, cinayetten sadece 4 gün sonra, Nusret Demiral için “Katilleri bulmayacak” diye feryat etmeye başlamıştı. Ceyhan Mumcu haksız da sayılmazdı. Demiral’ın o güne kadar bakmış olduğu Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Hulusi Sayın, İsmail Selen ve Cem Ersever gibi faili meçhul cinayetlerin hiç biri aydınlatılamamıştı. Nitekim Demiral, Mumcu cinayetinden yıllar sonra bir gazetecinin Mumcu suikastını kastederek “Faillerle ilgili bir gelişme var mı?” sorusuna; “Adam geldi, bombayı koydu ve gitti” diyerek bir hukuk adamına yakışmayacak bir cevap verecekti.

MECLİS’E KAFA TUTAN GÜÇ

Gazeteci Uğur Mumcu öldürüldüğünde, dönemin Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü; “Failleri bulmak hükümetin namus borcudur” demişti. Daha sonra bu cümleler sık sık tekrarlandı. Böylece hükümet, cinayeti aydınlatma konusunda kararlı olduğunu göstermek istiyordu. Bir yandan adli soruşturma devam ederken, bir yandan da Mumcu cinayetini araştırmak için Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında bir Meclis Araştırma Komisyonu oluşturuldu. Nitekim büyük bir titizlikle çalışan komisyon, tam iki yılda hazırladığı 186 sayfalık raporu 12.10.1995 tarihinde TBMM Başkanlığı’na sundu. Rapor gerçekten ürkütücüydü. Buna göre bazı kamu görevlileri, Uğur Mumcu cinayetinin aydınlatılmaması için adeta ayak diretiyordu. Daha önemlisi, Komisyon üyelerince soruşturma dosyası üzerinde önemli tahrifatların yapıldığı tespit edildi.

Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu’nun tespitlerine göre, aslında İstanbul Polisi ‘İslami Hareket’ isimli örgüte yönelik operasyonlarına 20.01.1993 tarihinde başlamıştı. Yani Mumcu cinayetinden tam dört gün önce… Ancak komisyona verilen belgelerde tahrifat yapılarak, operasyonlar 23.01.1993 tarihinde başlamış gibi gösteriliyordu. Gariplikler bununla da sınırlı kalmadı. 31.01.1993 tarihinde Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne müracaat ederek cinayetin sanıklarını gördüğünü söyleyen ‘Ayhan Aydın’ isimli kişiyle ilgili de oldukça kafa karıştırıcı bilgiler mevcuttu. Söz konusu şahıs, cinayetten bir hafta sonra ortaya çıkarak Uğur Mumcu’nun arabasına bomba yerleştirenleri gördüğünü iddia ediyordu. Bu sürpriz tanık, gördüğünü iddia ettiği kişiler için “Doğu şiveliydiler” demeyi de ihmal etmemişti. Bunun üzerine, İstanbul’da yakalanan ve ‘İslami Hareket’ üyesi oldukları iddia edilen “Doğu Şiveli” Mehmet Ali Şeker ile Ayhan Usta, Ankara’ya getirilerek tanık Ayhan Aydın’la yüzleştirildi.

Ayhan Aydın’a göre, olay günü Mumcu’nun arabasının altına bombayı koyan şahıslar işte tam da bu şahıslardı! İşler bir hayli karışmıştı. Belli ki asıl faillere ulaşılmaması için, gizli bir el inanılmaz şekilde bilgi kirliliği üretmeye çalışıyordu. Zira İstanbul polisinin kayıtlarına göre; Mehmet Ali Şeker ve Ayhan Usta, 24.01.1993 tarihinde, yani Mumcu’nun öldürüldüğü gün İstanbul’da gözetim altındaydılar. Bu çelişki, Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu üyelerinin dikkatini çekmişti. Dolayısıyla komisyon üyeleri, sürpriz tanık Ayhan Aydın’ın adresinin tespit edilerek komisyona bildirilmesini istiyordu. Komisyon, 15.09.1993 tarih A.01.1.GEÇ.99 -198 Sayılı bir yazıyla Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne başvurdu. Ancak yazıya yanıt alınamadı. Belli ki cinayeti soruşturmakla görevli güvenlik güçleri, milli iradenin temsilcilerini ciddiye almıyordu. Dahası, komisyon üyelerine Ayhan Aydın’ın ikamet adresini vermeyen polis, onu alelacele 20.09.1993 tarihinde Reha Muhtar’ın TRT’de sunduğu ‘Ateş Hattı’ programına çıkarmıştı. Söz konusu sürpriz tanık, meclis komisyonu yerine, Reha Muhtar tarafından bir güzel sorgulanarak “Yalancı ve güvenilmez” olduğuna karar verildi.

Programdan bir gün sonra ise garip bir şey daha olmuştu. Tanık Ayhan Aydın, polis tarafından komisyonun kapısına bırakıldı. Oysa komisyon üyeleri tanığın mevcutlu getirilmesini değil, sadece kaldığı adresin kendilerine verilmesini istemişti. Sanki ‘birileri’ tanık Ayhan Aydın’ın ikametgâhını gizlemek istiyordu. Elbette bunun sebebi ‘tanık koruma’ içgüdüsü olamazdı. Zira devlet kendi meclisine güvenmeyecekse kime güvenecekti?

HIRSIZLIK ÇETESİ ‘İSLAMİ HAREKET’ OLDU

Tesadüf müdür bilinmez; ama her nasılsa İstanbul polisinin ‘İslami Hareket’ örgütüne yönelik düzenlediği operasyonlar, tam da Uğur Mumcu cinayetinin olduğu günlere denk gelmişti. Hele yapılan aramalarda sadece askeri envanterde yer alan Amerikan menşeli ‘C-4’ tipi patlayıcı maddelerin de bulunduğunun açıklanması, operasyonların gerçek amacını gösterir nitelikteydi.

Aslında bu operasyonlar, psikolojik harekat kapsamında medyaya ‘malzeme’ sağlama ve Uğur Mumcu cinayetine ‘İslamcı fail’ arama hamleleriydi. Zira gerçekte ‘İslami Hareket’ diye bir örgüt yoktu.

YOK EDİLEN PATLAYICILAR

Uğur Mumcu cinayeti ile ilgili detaylardan biri de; 03/02/1993 tarihinde imha edilen söz konusu patlayıcıların, 1996 yılında yayımlanan genelgeye göre imha edildiği belirtiliyordu. Ayrıca ilgili genelgeye göre, elde edilen bu patlayıcıların alelacele imha edilmeleri de mümkün değildi. Patlayıcılar polis tarafından gerçekten ele geçmişse, adli emanete girmeden ve savcı bulunmadan imhası tamamen kanunsuz bir uygulamaydı. Sonuçta gerek Ankara Emniyet Müdürlüğü, gerekse İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün yapmış olduğu tüm araştırmalara rağmen, ‘İslami Hareket’ diye uydurulan örgütün Uğur Mumcu cinayetine karıştığı yolunda hiçbir delil bulunamadı.

Uğur Mumcu’yu kim öldürdü? -2Fikriyat Uğur Mumcu’yu kim öldürdü? -3Fikriyat Uğur Mumcu’yu kim öldürdü? – IVFikriyat

Editör: TE Bilisim