Bir şeye inanan insanın inanmayan ve hatta bir şeye inanmamayı muhteşem bir şey gibi anlatanlar nazarında elbette yeri sıkıntılıdır. Ve ben bir şeye inanan insanları özlüyorum. Evet, özlüyorum. Zira, ya bir şeylere inanan ve inandığı şeyle mutlu olan, sabit kadem olan, çehresinde tek bir yüz taşıyan insanlar ya azaldılar; ya da ağacın özsuyu gibi kenara çekildiler.

Sanırım Karamazov Kardeşler’de, İvan için söylenmiş bir söz vardı; İnanır, neye inandığına inanmaz; inanmaz, neye inanmadığına inanmaz, diye. Biliyorum, zaman birçok şeyi değiştirdi. Hatta, zamanın yontamayacağını zannettiğimiz kaya gibi karakterleri bile yontup, yumuşattı. Mesela, sosyal medyada epey söz edilen kerli ferli hocaların bir zamanlar hayatımıza kaya gibi oturduğu zamanları hatırlarsınız. Kimisi iman risalesi yazar, kimisi felsefeye abdest aldırırdı. Öyle ki dünya ile yüz yüze gelmemiş bir nefisleri olduğunu hiç düşünmezdik. Onlar bizim için şehirdeki evliyaydılar. Oysa zaman gösterdi ki onlar dağdan şehre inmiş evliya zannettiklerimizdi ve kendi ilmihallerini çatır çatır yırtıp attılar mahallenin ortasında. Dünyayı, sonradan görmelerinin hıncıyla, sadece kendi yazdıklarını, söylediklerini değil; nice ışık olmuş, aydınlık olmuş, aklımıza, fikrimize nefes üflemiş olanları da yol ortasında tartakladılar. Öyle gizli meclislerde değil de birilerine göstermek istercesine küfrettiler tabiri caizse “eski tanrılarına”. Derdim onların hızlı dönüşümleri değil. Derdim şu: Dünya, kırk suretini de birdenbire göstermez ademe. Hele ki tavrı olan, inanı olan, derdi olan insana soluklanıp soluklanıp gelir. Her geldiğinde başka bir çehre taşır. Kiminde akıl, kiminde güzellik, kiminde anlayış, kiminde idrak, kiminde muhabbet, kiminde derinlik donlarına bile girer. Ve belki de en sonlara sakladığı nefsin yerle bir olduğu, mütevazılık, kanaat donuyla gelir ki, insan hah işte dünyayı dize getirdim, zanneder. Oysa, nefs silindiğinde, onca uğraştan çıkan adem meşgale ararken kendi çölünde tanrılaşmaya başlar. Biliyorum, sakıncalı kelimeler söylüyor, sakat bir konudan dem vuruyorum. Tam da yakalandığımız yerden bahsediyorum. Bahanelerimizden… Yaşamak için herkesin bir bahanesi var. Ama kalbi, inancı, derdi olan için bahaneye gerek yok; zira dünya fazlasıyla salvo yapıyor o insanlara.

Biz, ölürken hayatımızın beyhude geçtiğini ikrar edeceğimize adımız gibi inanmış olanlar, hayatın bir evresinde, öyle bir çehre, öyle bir lisan ile öyle bir çöle düşeriz ki; aslında o vakte kadar ömür beyhude geçmiş, zannına kapılabiliriz. Mümkündür. Bu yolda dönenler oldu, mum gibi sönenler oldu, diyor ya şarkıda… Devamında yar göğsüne baş komadan, vurulup düşenler oldu, kısmına gelince Karacaoğlan, Züleyha, Yunus Emre, Mevlana… her biri bir kenara çekilip bizi seyre başlıyorlar. Yar göğsüne baş koymak eylemini bu çağda muhtemelen daha fazla çarpanıyla görmek gerekiyor. Dünyaya, paraya, itibara, mülke, şehvete, kanaatsizliğin bin donuna sırtını yaslamak ya da yaslamamak. Hele ki bir yaslamışsan pişmanlık, tevbe gibi kapılara geri dönmekten utanmak, vay ben zaten halt ettim, beni kim kabul eder arınma sularına demek; kibrin pusatı mütevazı ve de mahcup olurmuş.

Ademoğlu hatasının üzerine, yıktım perdeyi eyledim viran, dedikten sonra, bu da benim kulluğum, bu da benim hatam, bu da benim utanç elbisemin yırtığıdır diye geri dönmediğinde; hata yapma payını vereni düşünüp, Zorba gibi, Allah elbet benim küçüklüğümü biliyor, demediğinde…

Yollar var efendim. Yollar, ırmaklar, sular… Suları bulandıran, yolları karmaşık kılan, ırmakları kör kayalara vurduran aslında kaynak. Gönlümüzün kaynağı. Zaman denilen, zihnin ve gönlün sınırlarının büyüklüğüne bakarken kendi cüce cüssemizi dev zannetmemiz olsa gerek. Evet, yalnızız. Aşkla sevdiklerimiz, ailemiz, milletimiz, mahallemiz, dostlarımız... Evet, bir yere kadar bizimle yürüyecekler. Ama asıl mesele biz bir bahçe mi kuruyoruz yoksa tüm alemin cümbüşüne bakıp, ya hu biz çölde yaşıyormuşuz, gönlümüz kurumuş, akıntıya biz de kapılalım; kalbin istediğine değil gözün gördüğüne iltihak edelim, dediğimizde başlıyor çöl.

Bir şeye inanan insanları seviyorum ve özlüyorum. Ruhuna, gönlüne, kalbine, insana hürmet eden insanları seviyorum. Öyle ki, yılan gibi kayıp giden bir zamana uyup, her şeyi ve herkesi ve ol’an’ı hiçe sayıp kendi varlığını, bir baloncuk gibi peydah olup kaybolacak olan varlığını seven insanların karşısına tek suretle çıkabilen insandan daha cesuru ve daha uzun oruç tutanı yoktur. Manayı atıp hazzı ve mutluluğu yüceltenlerin dünyasında elbet beyhude yaşıyoruz kardeşim. Elbette net olduğun için, yönün, kalbin, dilin öyle yılan gibi kıvrılmadığı için, gönül pusulasının şaşkınlığını dahi özgürlük addeden nazarında sen safsın ve açlığın boşuna.

Göreceğiz; her şeyin en doğrusunu Allah bilir. Ve de sabreden, hayırlı işler yapanlar elbet felaha ereceklerdir.

Sabreden ve hayırlı işler yapmaya niyeti olan istese de kendini kandıramaz.

Bir kalbiniz var, ona dikkatli bakın, denilmiş ya… Dönüp dönüp her baktığımızda beyhudeliğin had bilmemek olduğunu er geç anlıyor adem.